Lizbon: Okyanus Kıyısında Bir Avrupalı

Uzun bir süredir aklımda olan ama devamlı yüksek uçak bileti fiyatları yüzünden ötelediğim Portekiz seyahat planlarımı nihayet gerçekleştirdim! Aylar öncesinden aldığım biletin zamanı gelene kadar günleri, saatleri saydım ve nihayet bu farklı ve müthiş ülke ile tanışma fırsatı buldum.

Benim Portekiz rotam Lizbon ile başlayıp Porto ile devam etti. Aslında her ikisinin de çevrelerinde ziyaret etmeye değecek irili ufaklı başka şehirler de bulunuyor. Ama ben iki şehrin de ruhunu çok sevdiğimden o şehirlerdeki günlerimi tamamen onlara ayırdım. Bolca anı biriktirdiğim 9 günün sonunda görselliği ve nostaljik dokusuyla Lizbon’un gerçekten güzel ve estetik, Porto’nun ise Lizbon’un biraz gölgesinde kalmış ama en az onun kadar karakteristik ve özgür bir şehir olduğuna karar verdim.

İlk Bakışta Lizbon

Yokuşların, tramvayların, fado müziğinin ve bolca sarı rengin hakim olduğu Lizbon’a adım atar atmaz uzun zamandır ilk görüşte beni bu kadar etkileyen bir şehir olmadığını farkettim. Dış cepheleri seramik kaplı evleri, dik yokuşlarından bir fotoğraf karesindeki gibi iniveren sarı tramvayları, İstanbul’daki kaotik ve fazla hareketli ortamın aksine sakince akan hayatı görünce insanların neden Lizbon’u bu kadar sevdiklerini anladım.

Lizbon’un kimi zaman yorucu ama her seferinde sürprizler göreceğiniz yokuşlarını inin ve çıkın. Karakteristik sokakları gezerken geleneksel bir seramik sanatı olan ve çoğu binanın dış cephesinde görebileceğiniz “azulejo” sanatının izlerini takip edin. Lizbon’la özdeşleşen bu özel seramikler şehrin her yerinde! Apartman, kilise, mağaza, metro istasyonu ve bunun gibi daha pek çok yerde örneğini görebileceğiniz bu geleneksel sanatın izleri kimi zaman tarihi olayları resmederken kimi zaman da geometrik şekiller barındırıyor. Ağırlıklı olarak sarı, yeşil, mavi ve beyaz renklerde olan bu seramikler şehrin en önemli simgeleri arasında yer alıyor.

İçinden tramvay geçen şehirler duygu sahibi ve yüzü geçmişe dönük şehirlerdir; tıpkı Lizbon gibi! Genellikle sarı renkte ve şehrin simgesi olan tramvaylara binip sokakları bir de onun içinden gözlemlemelisiniz. Biraz turistik bir hat olsa da numarası Tram 28 olan tramvaya binip şehrin tarihi ve daracık sokaklarını gezmek klasik bir Lizbon rotasıdır. Cam kenarında oturarak seyahat etmek istiyorsanız önerim Martim Moniz Meydanı’ndan yani Tram 28’in kalkış durağından tramvaya binmeniz olacaktır. Böylece bütün rotayı da baştan sona gezmiş olursunuz.

Lizbon’un en özel yanlarından biri de her biri ayrı güzellikte manzaraya sahip olan “miradouro”lara yani seyir noktalarına sahip olması. Genellikle açıkhava terası olarak da tasvir edebileceğim bu manzara noktaları tepeler üzerine kurulmuş Lizbon’u izlemek, hayal kurmak ve tabii ki de iyi fotoğraflar çekebilmek için ideal yerler.

Portekiz mutfağı ağırlıklı olarak deniz ürünleri üzerine kurulu. Okyanus kıyısında bir ülke olduğu için bunun nimetlerinden de faydalanıyorlar ve gerçekten nefis yemekler yapıyorlar. Lizbon’da hiç düşünmeden içeri gireceğiniz çoğu deniz mahsulü restoranında çok leziz ahtapot, istiridye, kalamar veya karides yiyebilirsiniz. Ama geleneksel yemeklerinin ana malzemesi ”bacalhau” ismini verdikleri morina balığı. Bu balık ile envai çeşit yemek yapıyorlar; yahni, çorba, ezme, kroket ve daha pek çok ürün. Tabii deniz mahsulü sevmiyorsanız rahatlıkla farklı mutfaklardan yemekler de bulabilirsiniz şehirde. Sadece dikkat etmeniz gereken nokta “kişniş”. Yerel mutfağımızda pek kullanılmayan ve alışkın olmadığımız için çok sevilmeyen kişniş Portekiz’de neredeyse her yemeğin içine atılıyor veya son aşamada üzerine ekleniyor. Eğer kişniş sevmiyorsanız sipariş vermeden önce sormanızda fayda var.

Şehrin ulaşım ağı son derece kullanışlı ve kolay. Metro, tramvay ve otobüslerle gidemeyeceğiniz nokta yok gibi. Sadece bazı bölgeler çok yokuşlu olduğundan aktarmalar yapmanız gerekebiliyor. Taksiler de diğer Avrupa ülkelerine göre makul olduğundan uzun mesafe gideceğiniz ve kalabalık olduğunuz durumlarda tercih edilebilir.

 

Lizbon’un Semtleri ve Mahalleleri

Lizbon’da ziyaret ettiğim ve bazılarını karış karış gezdiğim sokakları ve keşifleri en kolay nasıl aktarsam diye düşünürken bölgelerine göre ayırmaya karar verdim. Lizbon büyük ve her köşesinde farklı bir güzelliğe sahip bir şehir. Şehri gezmek için en az 4-5 gün ayırırsanız çoğu bölgesini rahatlıkla gezebilirsiniz.

 

Baixa/Chiado

Birbirine komşu olan bu iki semt için şehrin kalbinin attığı bölgeler diyebilirim. Alışveriş dükkanları, kitapçıları, turistik ama tatlı görünümlü cafeleri, tiyatro salonları ve çoğu yerde fotoğrafını görmüş olabileceğiniz Portekizli şair Fernando Pessoa’nın heykelinin bulunduğu bölge olan Chiado merkezi konumu sebebiyle farklı yerlere gidip gelirken mutlaka yolunuzun düşeceği hareketli bir bölge.

Baixa da aynı Chiado gibi hareketli bir yapıya sahip. Şehrin “downtown” diyebileceğimiz bölgesi tam olarak burası. Uzun ve şık cadde Avenida da Liberdade, geçmişte büyük bir yangın atlatmış ve izlerini hala taşıyan görkemli kilise Igreja de São Domingos, hediyelik ürünler satan dükkanlar  gezip sokak sanatçılarını dinleyebileceğiniz büyük meydan Praça do Comércio ve şehrin ikonik yapısı Rua Augusta zafer takı Baixa’da görmeniz gereken noktalardan.

Şehrin en hareketli meydanlarından biri olan Rossio da bu bölgede bulunuyor. Bir nevi referans ve buluşma noktası gibi kabul edebileceğiniz Rossio civarında dolaşırken geleneksel bir tür vişne likörü Ginjinha’yı denemenizi öneriyorum. Yerellerin ayaküstü shotlar halinde içip tekrar yoluna devam ettiği bu leziz ve tatlı likörün içinde meyve taneleri bulunuyor. Aslında pek çok markette şişeler halinde de satılan bu likörleri yerinde şehirliler ile birlikte içmek makbul. Şehrin tarihi likörcülerinden A Ginjinha ve Ginjinha sem Rival’de shotlar denedim ve biraz da az tatlı bulduğum için A Ginjinha’nın likörlerini çok sevdim.

Bu bölgelere gittiğinizde üzerinde keşif dolu noktaların olduğu bir yürüyüş rotası önereceğim. Baixa-Chiado aynı zamanda çok işlek bir metro istasyonunun adı. Bu istasyondan başlayarak önce;

A Vida Portuguesa isimli müthiş konsept dükkana uğrayın. Portekiz’in geleneksel balık konserveciliğine dair retro tasarımlı konservelerin yanı sıra ambalajları her biri tasarım harikası olan sabun, şeker, içki, bakım ürünü bulabilirsiniz. İlginç dekoratif objeler de bulunuyor ve en önemlisi her biri yerli Portekiz ürünü.

İnişli çıkışlı yolları yürürken yeni nesil kahveler ile bir mola vermek isterseniz Fabrica Coffee Roasters ferah iç mekanı ile iyi bir alternatif. Turistik ve nostaljik bir mola istiyorsanız da adresiniz Cafe A Brasileira

Sonrasında Rua do Alecrim üzerinden Rua Nova do Carvalho’ya yani Pink Street olarak da bilinen meşhur caddeye çıkın. Bu minik ve tabanı pembe cadde bir zamanlar şehrin “Red Light District” olarak bilinen, yakın dönemde geçirdiği yenileme projesi sonrası şehrin gece hayatının hareketli bölgesi haline gelmiş bir cadde. Renklerini görmek için gündüz saatlerinde uğramanızı öneririm.

Acıkmaya başladıysanız nehir kenarına doğru indikçe şahane bir adres sizi bekliyor: Time Out Market Lisbon! Şehir hayatının temsilcisi dergilerden Time Out’un 2014 yılında başlattığı bu proje tarihi bir pazar alanı olan Mercado da Ribeira içinde yer alıyor. Modern bir yemek pazarı olan Time Out Market’ın amacı çoğu ödüllü olan ve modern Portekiz mutfağına yön veren şeflerin restoranlarının minik bir versiyonlarını yaratmak. Özellikle deniz mahsüllerinde çok başarılı olan bu şeflerin mutfaklarından sushi, burger, et veya tatlı gibi farklı ürünler deneyebilirsiniz. Hatta bizzat şefi önünüzde tabağınızı hazırlarken ve size sunarken izleyebilirsiniz.

Rotanızı bitirmeye yakın nehir kenarında mola verdikten sonra yakınlardaki Loja das Conservas isimli dükkana uğramanızı öneririm. Aynı A Vida Portuguesa gibi konsept bir dükkan burası, tek farkı sadece konserve ürün satıyor olmaları! Rengarenk ve vintage tasarımlı sardalye ve ton balıklarından bol bol satın aldım. Fesleğenli, domatesli gibi farklı soslara yatırılan konserve balıkları özellikle denemen lazım!

 

Bairro Alto

Dik yokuşlar ve dar sokaklar arasındaki karakteristik binaları, azulejos sanatının renkli örneklerini görebileceğiniz evleri ile Bairro Alto çok fazla görsel güzelliğe sahip. Şehrin gece ve müzik hayatının da merkezi olan Bairro Alto Lizbon’un iyi restoran ve barlarına da ev sahipliği yapıyor. Günbatımından sonra Rua De São Pedro De Alcântara isimli caddenin paralelinde kalan dar sokakları rastgele dolaşmanızı tavsiye ediyorum. Hava iyiyse restoranların dışarıya kurduğu masalardan yükselen çatal bıçak sesleri, her yerden kokusu gelen şarap ve deniz mahsülleri çok davetkar olacak. Hislerinize güvenin ve istediğiniz bir restorana girip Portekiz mutfağını deneyimleyin. Ben bu şekilde yaparak Garrafeira Alfaia isimli şarapevine girdim ve nefis Portekiz şarapları eşliğinde bol bol deniz mahsülü denedim, pişman olmadım!

Rua De São Pedro De Alcântara aynı zamanda benim konaklama için tercih ettiğim ve kesinlikle önerdiğim bir cadde. Genel olarak Bairro Alto’da kalmak yerinde bir fikir; çok merkezi ama bir yandan da şehrin yerlilerinin de yoğun olarak bulunduğu bu bölgede kalarak Lizbon’a daha rahat hakim olabilirsiniz. Kaldığım yer The Independente Hostel & Suites isimli bir hostel ama sıradan bir hostelden fazlasını vaat ediyor. İç mimarisinin modernliği, şehrin en uğrak bar ve restoranlarından biri olan The Decadente’te ev sahipliği yapması, harika bir manzaraya sahip olan Miradouro de São pedro de Alcântara’nın tam karşısında yer alması ve tabii şehrin bohem bölgesi Principe Real’e kısa bir yürüyüş mesafesinde olması ile konaklamak için ideal bir hostel. Burada kalmasanız bile The Decadente’de modern Portekiz mutfağını tadıp kokteyl içmeyi de denemeniz lazım!

Alfama

Portekiz’e gitmeden önce günlerce fotoğraflarına baktığım, hikayelerini okuduğum ve adım attığım anda her köşesine vurulduğum bölge! Ortaçağ’dan kalma sokakları, dik yokuşları, daracık sokaklarından nasıl geçtiğine inanamadığınız tramvayları ve her yerine işleyen fado müziği ile Alfama, Lizbon’un en eski yerleşim yerlerinden biri. Her sokağı ve köşesinde durup fotoğraf çekmek isteyebilirsiniz.  Haritaya bağlı kalmadan tamamen hislerinize güvenerek Alfama sokaklarını karış karış keşfetmenizi ve buna en az yarım gün ayırmanızı öneririm. Alfama’ya gitmek için nostaljik Tram 28 numaralı tramvayı kullanabileceğiniz gibi bence en iyi yol Baixa-Chiado’dan yürüyerek keşfetmek. Biraz yorucu ama kesinlikle değer.

Yokuşlardan yorulduğunuzda mola vermeniz gereken harika manzaralı iki “miradouro” bulunuyor: Miradouro das Portas do Sol ve Miradouro de Santa Luzia. Şehrin damlarını, sokaklarını ve hemen ardından uzanan Tejo Nehri’ni görmek için ideal noktalar. Alfama’ya gittiğinizde yapımı 12. yüzyıla dayanan, gotik ve görkemli Lizbon Katedrali’ni de ziyaret etmenizi öneririm. Burası aynı zamanda şehrin en eski kilisesi oluyor.

Principe Real

Bairro Alto sınırlarının hemen devamında başlayan bölge Principe Real, antika dükkanları, galerileri, parkları, LGBT barları ile şehrin bohem ve kalburüstü ruhunu yansıtıyor. Yemyeşil bir park olan Praça das Flores içinde dolaşıp ardından bölgenin tarihi ve iyi mimariye sahip binalarını inceleyebilirsiniz. Bu binalardan biri olan Embaixada’yı özellikle ziyaret etmenizi öneririm. 1800’lü yılların sonundan kalma bu ihtişamlı binanın iç tasarımı Arap egzotikliğini yansıtan detaylara sahip ve günümüzde şık bir alışveriş merkezi görevini görüyor. İçerisinde modern ve geleneksel Portekiz tasarımlarını birleştiren ürünler bulabileceğiniz binada aynı zamanda Gin Lovers isminde özellikle cin içeren kokteyllere yoğunlaşmış bir bar ve Portekiz mutfağından şık sunumlar tadabileceğiniz Less isimli bir restoran da keşfedilmeyi bekliyor.

Principe Real’e gitmişken iyi bir kahve içmeden de dönmeyin derim. Danimarkalı ikiz kardeşlerin kurduğu Copenhagen Coffee Lab kaliteli nordik kahve, tadı nefis tarçınlı çörek ve rahat bir çalışma/okuma ortamı sunuyor. Kahveciden çıktıktan sonra sokağın sonundaki dondurmacı Nannarella’da geleneksel tarifler ile yapılan nefis dondurmaları da tadın.

Ve ayrıca #denemenlazim bu noktalara da uğramadan Lizbon’dan dönmeyin:

LX Factory:

1800’lü yıllarda inşa edilen bir grup fabrikanın modern zamanlarda her yerinden yaratıcılık akan bir ilham adasına dönüşeceğini kim tahmin edebilirdi ki? İşte LX Factory tam olarak da böyle bir yer! Çok büyük bir alana yayılan LX Factory’de moda, güzel sanatlar, mimarlık, müzik, tasarım adına pek çok etkinlik düzenleniyor. Fabrikaların arasında kahve, bar, restoran gibi farklı lezzet durakları da bulunuyor. En etkileyici noktalardan biri ise Ler Devagar isimli devasa büyüklükte olan kitapçı. İçini mutlaka gezmenizi, çalan harika müziklere kulak vermenizi ve kitap alışverişi yapmanızı öneririm.

 

Calouste Gulbenkian Müzesi:

İsmini kurucusundan alan bu müze sahip olduğu hazine değerindeki eserleriyle şehirde önemli bir yere sahip. Avrupa, Asya, İslam, Mısır ve Yunan sanatına dair eserler görebileceğiniz müzenin sadece çinilere ve halılara ayrılmış bir bölümü var ve bu bölümde ülkemizden de pek çok eser görebilirsiniz.

 

Under the Cover:

Gulbenkian Müzesi’ne çok yakın olan bu minik dükkan tamamen bağımsız dergilere adanmış bir mekan. Dünyanın farklı yerlerinden dergi örnekleri alabileceğiniz dükkanda ülkemizden de bir sürpriz var! Severek okuduğumuz (ve benim de severek katkıda bulunduğum) matchup-mag’i de satın alabileceğiniz dükkan sahibine İstanbul’dan selam göndermeyi unutmayın, hepimizi hatırlıyor!

 

Belém Kulesi ve Pastéis de Belém:

Şehrin bir diğer tarihi bölgesinin ismi de Belém. Cais de Sodre üzerinden yaklaşık 20 dakikalık bir tramvay yolculuğu ile doğrudan kulenin olduğu caddeye varabilirsiniz. Gotik bir stile sahip heybetli Belém Kulesi yüzyıldan bu yana varlığını devam ettiriyor ve UNESCO tarafından da koruma altına alınmış. Hemen yakınlarında ise tarihi pastane Pastéis de Belém yer alıyor. Pastanede pek çok tatlı var ama en ünlüsü çıtır milföy parçalarının arasında özel bir kremayla pişen ve pastane ile aynı isme sahip tatlısı. Zaten Lizbon’un hemen her kafesinde, büfesinde ve pastanesinde bu minik tatlıda görebilirsiniz; bizim için simit yemek neyse onlar için de bu tatlı o demek. Tabii Belem dışında yiyorsanız o zaman pastéis de nata ismiyle bu tatlıyı aramanız gerekiyor.

Bu noktada iki önemli ipucu vermem gerekiyor: Belém’deki pastanenin önünde başı sonu belli olmayan uzun bir kuyruk görüp yemekten vazgeçebilirsiniz. Vazgeçmeyin. Bu sıra tatlıyı paket alıp gitmek isteyenlerin sırası ama pastanenin içine girip en sona doğru ilerlerseniz kocaman bir oturma alanı görecekseniz. Burada masanıza servis alarak rahat rahat pek sıra beklemeden tatlınızı yiyebilirsiniz. Bir diğer ipucu ise Manteigaria gerçeği! Bu modern pastane sadece nata isimli tatlıyı üretmeleriyle ünlü ve şehirde benim bulabildiğim 2 noktada hizmet veriyor. Ve kesinlikle enfes nata tatlısı üretiyorlar. İkisini de deneyin ve yorumlarınızı bana yazın!

 

Deniz Bengü Özdağ

Yorumlar