Uzun zamandır beklenen ve pandemi nedeniyle ertelenen filmlerin hepsi teker teker vizyona girdi – gişe rekortmenleri, bilimkurgu destanları, samimi karakter dramaları, müzikaller, nabzı hızlandıran gerilim filmleri ve kategorize etmekte zorlanacağımız sıra dışı yeni hikaye anlatımları…
79. Altın Küre Ödülleri sahiplerini yeni bulmuşken ve ödül sezonu Critics Choice Awards, Screen Actors Guild Awards ve tabi ki Oscarlar ile doruk noktasına doğru adım adım ilerlerken, film manşetlerine uzun bir süre daha hükmetmeye devam edecek olan 2021’in en iyi film önerilerini sizin için bir araya getirdik!
Büyümek asla kolay değildir, ancak genellikle zengin, etkileyici filme harika bir konunun zeminini hazırlar. Tanrı’nın Eli, Paolo Sorrentino’nun 1980’lerde Napoli’deki gençlik yıllarını, aile hatıralarını, kederin uyuşturan keskinliğini ve acının bazen hırsı harekete geçiren tek şey olduğunu anlatan bir anısını izlemek gibi. The Great Beauty filmiyle 2014’te Yabancı Dilde En İyi Film Oscar’ını kazanan Sorrentino, dolaylı olsun ya da olmasın, her zaman atası Federico Fellini’den ilham aldı ve bu yeni filmi, Fellini’nin 1973’teki pozitif vibe’lı filmi Amarcord‘un ruhundan sıyrılıyor ve kendine yeni katmanlar ekliyor. Kısacası Tanrı’nın Eli trajedi ve kaybı zekice ele alarak ağızda hoş bir tat bırakıyor.
Aaron Sorkin’in yeni filmi, komedi efsaneleri Lucille Ball ve Desi Arnaz’ın hayatlarındaki üç önemli anı dramatize ediyor. 1950’lerde yayınlanan Amerikan sit-com’u Love Lucy televizyon dizisinin başrolünde yer alan komedyenlerin kariyer yolculuğu ve özel yaşamlarına odaklanan filmde, çiftin hem kariyerlerini hem de ilişkilerini bitirecek bir krizle karşı kaşıya kalmalarına tanık oluyoruz. Üstelik Being the Richards’da gerçek bir hikayeyi izliyoruz; tarihi bir dramanın tipik bir örneği olan değiştirilmiş bir zaman çizelgesi ve dramatik lisansla.
Julie kararsız bir genç kadındır. Aile, kariyer ve aşk cephesi de dahil olmak üzere hayatının birçok farklı alanında mücadele etmektedir. Julie, gerçekte kim olduğunu ve hayattan ne istediğini keşfetmeye çalışırken, bir gece etkileyici Eivind ile tanışır. Hangi mesleği seçeceğine karar vermesi gerekir, ancak aynaya bakıp kendi eylemlerinin sonuçlarını düşünmeye istekli midir? Anlatı yapısında büyük bir samimiyet taşıyan filmi izleyerek cevabı mutlaka öğrenin.
Bir Western çekmeyi düşündüğünüzde, Benedict Cumberbatch akla gelen ilk isim olmayacaktır. Ancak Jane Campion’un yönettiği muhteşem drama The Power of the Dog’u izlediğinizde, filmin tam da ihtiyacı olan şeyin Benedict olduğunu anlıyorsunuz.
The Power of the Dog, dik dağlarla çevrili kavrulmuş bir arazi olan Montana’da ailelerine ait çiftlikte sığır yetiştiren iki kardeşin hikayesini anlatıyor. Sert mizaçlı Phil ve daha uysal kardeşi George’un hayatı, George’un yeni eşi Rose ve onun önceki evliliğinden oğlu Peter’ın çiftliğe gelmesiyle ters yüz oluyor. Phil’in çiftliğin yeni sakinlerine karşı sergilediği acımasız tavırlar, gerilimin dozunu artırıyor.
Paul Thomas Anderson’ın yeni filmi Licorice Pizza’nın, 1970’lerin San Fernando Vadisi’ne ait ışıl ışıl parıldayan vizyonu o kadar büyüleyici, o kadar olasılıklarla dolu ki, sanki gerçekten var olamazmış gibi! Uzun yürüyüşle eşliğinde konuşmalar sahneslers, her köşede ve her blokta pusu kuran macera duygusuyla gündüz geceye dönerken her şeyin olabileceği bir yerde gibi hissediyorsunuz kendinizi.
Bu masalsı filmi özetleyelim: 1973, San Fernando Vadisi, Kaliforniya. 15 yaşındaki taze aktör Gary Valentine, lise fotoğrafını çektirmeyi beklerken fotoğrafçının asistanı 25 yaşındaki Alana Kane’e çıkma teklif eder ve böylece ateşli bir dostluğu, iş ortaklığını ve olası bir romantizmi ateşler. Daha ne olsun…
Mike Mills’in yeni filmi C’mon C’mon’u anlatmanın belki de en basit yolu bir bakıcılık macerası demek olurdu.
Amerika’da yaşayan çeşitli, dil, din ve ırktan çocuklarla dünyanın belirsiz geleceği üzerine röportajlar yapacağı bir proje üzerine çalışan gazeteci Johnny, kardeşinin sekiz yaşındaki oğluna bakmak zorunda kalır. Babası bipolar bozukluktan muzdarip olduğu için zor zamanlardan geçen zeki ama hassas yeğeni ile zaman geçirmeye başlayan Johnny, onunla hiç beklemediği bir bağ kurar. Film için bakıcılık macerası demiştik. İşin macera tarafı ise bu ikilinin Los Angeles, New York ve New Orleans dahil olmak üzere Amerika boyunca uzanan bir yolculuğa çıkmasıyla başlıyor.
Maggie Gyllenhaal’un ilk kez kamera arkasına geçtiği uzun metrajlı filmi The Lost Daughter, anne olmanın dayanılmaz sorumluluğu üzerine çarpıcı bir film. Başroldeki Olivia Colman’a Dakota Johnson, Ed Harris ve Peter Sarsgaard, gibi güçlü isimler eşli ediyor.
Akademik hayatına ara verip tek başına yaz tatiline çıkan Leda, sahildeki bir aileyi izlemeye başlar; izledikçe kendi aile ilişkilerine ve geçmişine doğru bir yolculuğa çıkar. Biz ise Leda’nın genç bir anne olarak yaptığı sıra dışı seçimler ve sonuçlarıyla yüzleşmek zorunda kaldığı kendi zihninin garip ve uğursuz dünyasına tanıklık ederiz.
Çıkışı Omicron Covid varyantı raporlarına denk gelen Netflix komedisi Don’t Look Up’ın zamanlaması da kendisi kadar manidar diyebiliriz.
Gerçi bu bir pandemi filmi değil, yine de Adam McKay bazı izleyiciler için katartik olabilecek çok şey sunuyor. Bir kuyruklu yıldızın Dünya ile çarpışma rotasında olduğunu öğrenerek açılışını yaptığımız filmde, iki düşük seviyeli gökbilimci insanlığı uyarmak için dev bir medya turuna çıkmak zorunda kalıyor. Sahte haber çağında doğru mesajı iletmenin ne kadar zor olabileceğini irdeleyen film son zamanların en başarılı “güldürürken düşündüren”lerinden.
Bir dizi ticari fiyaskoda oynadıktan sonra yeni filmi Pig’in aldığı olumlu tepkilere Nicolas Cage bile şaşırmış! Michael Sarnoski’nin yönetmenliğini yaptığı Pig, övgüyü hak ediyor gerçekten.
Film, Oregon’un vahşi bölgesinde yaşayan yer mantarı toplayıcısı Rob’un hikayesini anlatıyor. Mantar bulmasına yardım eden iş arkadaşı ve de can dostu domuzu kaçırıldığındaysa Rob, onu bulmak uğruna Portland’da bıraktığı geçmişiyle yeniden yüzleşmek zorunda kalıyor. Bize de onun gizemli karakterini çözmek kalıyor.
Belfast tartışmasız Kenneth Branagh’ın bugüne kadarki en kişisel filmi, ancak aynı zamanda evrensel bir yankı uyandıracak kalitede olduğu da kesin. Belfast, 60’lı yılların Kuzey İrlanda’sında şiddetli ve çalkantılı bir zamanı tasvir ediyor; ancak bunu dokuz yaşındaki bir çocuğun masum, coşkulu gözlerinden bakarak yapıyor. Film siyah beyaz, ama izlerken içinizde rengarenk çiçekler açıyor.
Disney Animation Studios’un dünya turunun son durağı Kolombiya’da geçiyor ve müthiş şarkılar içeriyor! Encanto, Kolombiya’dan çıkan en ünlü sanat eseri ve şimdiye kadar yazılmış en büyük roman olan Gabriel Garcia Marquez’in Yüzyıllık Yalnızlık’ına da saygılarını sunmayı unutmuyor.
Kolombiya dağlarında sihirli bir evde özel güçleri olan bir aile yaşamaktadır. Encanto adı verilen bu sihirli yerde yaşayan Madrigal ailesinin her üyesi sihirli bir hediye ile kutsanmıştır, Mirabel hariç. Onun sihirli güçleri yoktur; ancak Encanto’yu çevreleyen sihrin tehlikede olduğunu sadece o fark edebilmiştir.
Senenin bir diğer büyülü animasyonu ise bizi İtalyan Rivierası’a davet ediyor.
Gelato, makarna ve sonsuz scooter gezileriyle dolu unutulmaz bir yaz yaşayan genç bir çocuğun büyüme hikayesini anlatan Luca; yeni keşfettiği dünyayı, yeni en iyi arkadaşıyla paylaşıyor. Ancak tüm eğlence okyanusun derinliklerinde saklanan bir sır tarafından tehdit ediliyor: Çünkü Luca, su yüzeyinin hemen altındaki başka bir dünyadan gelen bir deniz canavarları!
Film okuluna kabul edilen Katie Mitchell, ailesinin einden ayırmaya hazırlanırken babası birbirlerinden ne kadar uzaklaştıklarını fark eder. Bu yüzden onun gidiş yolculuğunu bir aile yolculuğuna dönüştürmeye karar verir – ki sponten maceraları, bir robot kıyametiyle aniden kesintiye uğradığında; bu işlevsiz banliyö ailesi robotlarla tek başlarına savaşmak sorunda kalırlar. Netflix’in animasyondaki iddiasını kanıtlayan Mitchel and The Machines, yetişkin çocukların da hoşuna gidecek türden keyiflik bir film.
The French Dispatch tüm tuhaf mizahına rağmen, belki de Anderson’ın bugüne kadarki en iyi filmi. Anderson’ın aksiyonu gösterme şekli diğer film yapımcılarınınkine benzemese de, buna rahatlıkla harika bir aksiyon filmi diyebiliriz.
Film adını, 20. yüzyılda Fransa’nın hayali bir şehrinde, klasik gazetecilik dehalarına ev sahipliği yapan hayali “The French Dispatch” dergisinden alıyor; ve bu dergide yıllar boyunca yaşananları izleyicisine magazin sayfalarını çevirircesine anlatıyor.
İzlanda’nın kırsal bölgesinde yaşayan Maria ve Ingvar, çiftliklerinde koyun sürüleriyle birlikte yaşamaktadır. Fakat, gizemli bir bebek bulmalarıyla hayatları alt üst olur.
Valdimar Jóhannsson’ın bu yavaş ve absürd tokatını kategorize etmek; sunduğu korkuları, İzlanda ilişki dramını ve takdire şayan kara komedi dozunu farklı bir şeyle harmanlamak neredeyse imkansız.
Noel arifesi. Norfolk, İngiltere. Askeri tatbikat. İngiliz ordusu kamyonları Sandringham Malikanesi’ne varıyor. Askerler, büyük mühimmat sandıkları gibi görünen şeylerle köşkün içine katı bir şekilde yürüyorlar. Ancak sandıkların içinde havan mermisi, el bombası ya da mayın yok. Hayır, Noel kutlamaları için Kraliyet Ailesi’nin tüm yiyecekleri var: egzotik meyveler, donmuş ıstakozlar, muhtemelen püre haline getirilecek bezelyeler… Tüm bu şaşaanın içinde Diana, bu Noel tatilinin Kraliyet içinde geçirmek istediği son günleri olacağına karar verecek.
Jackie filminin yönetmeni Pablo Larrain’in bir diğer kadın portresi filmi Spencer, tablo gibi sahneleri ve adeta Diana’nın içinde kopan fırtınaların sesi olan kesintisiz caz müziği ile hem göze hem kucağa hitap ediyor.
Erik Blake, Şükran Günü’nü kutlamak için Pennsylvanialı ailesinin üç neslini, kızının Manhattan’daki dairesinde bir araya getirir. Dışarıda karanlık çöktüğünde ve gece ürkütücü şeyleri açığa çıkarmaya başladığında, grubun en derin korkuları da açığa çıkacaktır.
Stephen Karam’ın Tony ödüllü oyununun uyarlaması, bu dramayı adeta sıra dışı bir korku filmine dönüştürüyor ve size aile sahibi olmanın hiç de kolay olmadığını hatırlatıyor.
Stephen Sondheim’ın yazdığı ve Leonard Bernstein’in bestelediği 1957 yapımı müzikalin hikayesini hepimiz biliyoruz. Aralarında düşmanlık bulunan, iki farklı etnik kökene sahip sokak çetelerinin arasında, her şeye rağmen birbirine aşık, ama sonunda bu aşkın bedelini ağır ödeyecek iki gencin hikayesini konu alan West Side Story, aslında Shakespeare’in şaheseri Romeo ve Juliet’e selam çakan bir modern zaman klasiği. Hal böyle olunca Steven Spielberg’in West Side Story‘nin yeni bir versiyonunu yöneteceğini duyduğumuzda çoğumuz şüpheye düşmüştük. Kabul edelim ki Hollywood’un yeniden çevrim filmlerinin neredeyse hepsi fiyaskoya dönüşüyor, gerçi bu yalnızca Spielberg’ün suçu değil. Üstelik Spielberg, bize tüm laflarımızı yedirecek bir filmle karşımıza çıkıyor. Son sürüm West Side Story’nin en büyük artısı ise, geçmiş örneklerinin aksine Latin karakterleri Latin komüniteye teslim ediyor oluşu.
Tarif edilemez bir trajedinin hayatlarını paramparça etmesinden yıllar sonra, iki ebeveyn grubu (Reed Birney ve Ann Dowd, Jason Isaacs ve Martha Plimpton), hayatlarına devam edebilmek için buluşmayı kabul eder.
Amerikalı yönetmen Fran Kranz ilk yazarlık ve yönetmenlik deneyimini izlediğimiz film, gücünü oyuncu performanslarından alan vurucu bir drama.
CODA, Sağır Yetişkinlerin Çocuğu anlamına gelir.
Ebeveynlerinin asla duyamayacağı bir sese sahip yetenekli genç Ruby, sağır ailesinin tek işiten üyesidir. Hayatı, eğlenceyi seven ama bazen utanç verici olabilen ebeveynleri için tercümanlık yapar ve her gün babası ve ağabeyi ile okula gitmeden önce ailenin balıkçı teknesinde de çalışmayı ihmal etmez. Ancak Ruby, lisesinin koro kulübüne katıldığında, şarkı söyleme yeteneğini keşfeder. Düet partneri Miles’in yardımıyla prestijli bir müzik okuluna başvurmaya ikna olur; ve Ruby kendini, ailesine bakmakla hayallerinin peşinden koşmak gibi zor iki seçeceğin ortasında bulur.
Joseph Conrad’ın gizemli filmi Azor, İsviçre bankacısı olan Yvan’ın gizemli bir şekilde ortadan kaybolan bir meslektaşının yerini almak için karısı Ines ile birlikte Cenevre’den, Buenos Aires’a uzanan yolculuğuna odaklanıyor. Askeri yönetim altındaki Buenos Aires’in sigara dumanı dolu salonları ve yoğun gözetim altındaki sokaklarıyla ağırlaşan havasında Yvan, kendini sömürgeciliğin ve savaşın kirli yüzüyle tanışırken buluyor.
2015’te iPhone ile çektiği Tangerine filmi ile adını duyuran yönetmen Sean Baker’ın yeni filmi Red Rocket, porno sektöründeki kadınlar üzerinden para kazanan Mikey Saber’in kara komik hikayesini anlatıyor.
Mikey, uzun süredir görüşmediği karısının yanına, Teksas’a dönmeye karar veriyor. Hayatını bir düzene koymanın eşeğine gelse de eski alışkanlıkları Mikey’nin peşini bırakmıyor.
Göçmen kriziyle ilgili sayısız film çekildi, ancak hiçbiri Flee’nin alametifarikasına sahip değil gibi. Danimarkalı film yapımcısı Jonas Poher Rasmussen dokunaklı animasyon belgeselinde, bir Afgan mültecinin 20 yıllık hayatta kalma hikayesini anlatıyor ve göz kamaştırıcı hikaye anlatımıyla siz de o hayatı yaşıyorsunuz adeta.
Amin Danimarka’da yaşayan, 36 yaşında bir Afgan’dır. Hem iş hem aşk hayatı yolunda gitmektedir. Fakat, Amir’in 20 yıldır sakladığı bir sır bugünkü hayatını tehdit etmeye başlayacaktır.
Jonathan Larson’ın, Broadway’de çığır açan ve modern müzikalin kapsamını değiştiren 1996 tarihli şovu Rent‘i yaratmadan önce, yarı otobiyografik müzikali Tick, Tick… Boom!’u vardı.
Bir müzikal yazarı hakkındaki bu müzikalde, 30 yaşına yaklaşan ve hala daha büyük bir eser yaratamamış olan Larson’ın üzerindeki baskıyı izliyoruz. Larson, tiyatro severleri mest eden ve geleceğin sanatçılarına ilham veren Pulitzer ödüllü bir müzikal yazarı olmayı başarıyor. Ne yazık ki filmboyunca korktuğu trajik bir şekilde başına geliyor; çünkü Larson, Broadway’da sükse yaratan şaheseri Rent‘in ilk genel ön gösteriminin yapıldığı gün, 35 yaşında aort anevrizmasından hayatını kaybediyor ve uğruna epey çabaladığı başarısını hiç göremiyor. Fakat biz, Lin-Manuel Miranda’nın yönetmenliğinde onu dehası izleme şansına nail oluyoruz.
Tenis süper yıldızları ve filmin yapımcıları Venus ve Serena Williams, babaları Richard Williams’ın rehberliği ve desteğiyle erken kariyerlerini nasıl inşa ettiklerinin hikayesini paylaşıyor. Belki de bu filme kadar adını hiç duymadığımız Richard, aslında iki kız kardeşin inanılmaz kariyerini başlatan kişi. Anneleriyle uzun zaman önce ayrıldığı için Williams kardeşlerin yanında pek görünmeyen baba Richard, Serena ve Venus’u spot ışıklarının altına iterek beyazların dominant olduğu bu spor dalının kurallarını dolaylı yoldan olsa da değiştirmiş biri. Haliyle, aşırı hırsı nedeniyle sinir bozabilen Kral Richard’ı izlerken ona gıcık olabilirsiniz, ancak filmdeki tenis maçı sekansları için her şeye değer.
Geçmiş örneklerine baktığımızda görüyoruz ki uzay ve zamanı bükmek, Frank Herbert’in 1965 bilimkurgu klasiği’u çekmekten daha kolaymış! Alejandro Jodorowsky ve David Lynch gibi pek çokları denemiş ve kum fırtınasında kaybolup gitmiş… Fakat Kanadalı yazar-yönetmen Denis Villeneuve’in ellerinde Dune, yılların hayal kırıklığını alıp götürmeyi başarıyor. Film izleyicisini adeta hipnoz ediyor. İzlediğiniz şeyden gözünüzü alamıyor, müzik, mekanlar, hikaye anlatımı ve harika oyunculuklarla kendinizden geçiyorsunuz.
Fransız filozof Simone de Beauvoir 1949’da “Kadın doğulmaz, kadın olunur” diye yazmıştı. Yetmiş yıl sonra, onun cinsiyet kimliği hakkındaki gözlemi doğru çıkıyor ve Fransız yazar/yönetmen Céline Sciamma’nın kızlık-kadınlık-annelik hakkındaki draması Petite Maman‘da şekil buluyor.
Anneannesinin ölümünün ardından, annesinin büyüdüğü eve gelen 8 yaşındaki Nelly’nin bu travmatik süreçle fantastik bir yöntemle baş etmesini konu alıyor.
1984 yılında tanıştığımız Ghostbuster, gerek konusu, gerek karakterleri gerekse müziğiyle herksin aklını almış; fantastik komediyi biraz da korkuyla harmanlayan sıra dışı janrıyla ilk günden kült bir film olmayı hak etmişti.
Ghostbusters: Afterlife içinse bir devam filminden çok orijinaline bir saygı duruşu diyebiliriz. Hikayesi ve karakterleriyle o yılların sinema dünyasını yansıtan bir havaya sahip. Eğer orijinal filmleri çocukken izlemiş bir Y kuşağı üyesiyseniz, bu filmi kaçırmayın deriz.
Bu içeriğin güncellendiği tarih 14/01/2022 20:58
Leave a Comment