2018’in Şubat ayında gitmek üzere, çok öncesinde ve uyguna aldığım IUA uçak biletim ile Odessa, Ukrayna’da adım attığım ilk şehir oldu. Şubat olması sebebiyle şehrin gözde sezonunu yakalayamamak ve de hava şartları (Kış mevsimine öncesinde hazırlıklı olsam da) şehrin tam anlamıyla tadını almamı sağlamadı.
Fakat bunca olumsuzluklara rağmen ba-yıl-dım!
Öncesinde yoğun bir çalışma dönemim olduğundan, sıkı giysilerimi hazırlamak dışında, şehir ve ülke adına ön araştırma yapma fırsatım olmadı. Kalacağım yeri belirleyip, mutlaka görmem gereken noktaları seçtikten sonra kalan zamanımı sokaklarda kaybolmak ve keşfetmek üzerine kurguladım.
Havaalanından şehre ulaşım planım bile olmadığından; Odessa’da iş kurmuş ve sık sık gidip-gelen uçakta tanıştığım Metin Abi (buradan teşekkürlerimi iletiyorumJ) ve ailesi beni merkezde kalacağım yere kadar götürdü. Fakat uçak saatinize göre toplu taşıma seçenekleri ve kalan zamanlarda da Uber kullanımı oldukça yaygın.
İlk gün kahvaltısı çok ünlü ve sonraki günlerimi de orada geçireceğim; Kompot’u keşfettim. Güzel bir sunum, göz doyuran kocaman tabaklar ve keçi peynirli omletin yanına getirilen patlıcan soslu ekmekler… Bir seremoni usulü hazırlanan çayları ve tatlı tahta mandalla tutturulan poşetleri ile güne keyifli bir başlangıcı garantiliyor.
Güzel tuvaletlerini de fotoğraflamadan duramadım. Aynadaki yazının kabaca çevirisi ise: “Mutluluk çok gürültülü olmaz, sessiz ve cooldur.”
Sokaklarına çıktığınız anda çok mutlu günleri de çok çaresiz, karanlık dönemleri de geçirdiğini; her gözde liman kentinin jeopolitik kaderi olan ticari önemi hissedebiliyorsunuz. 1 milyon üzerindeki nüfusu ile endüstri ve ticaret kenti olmanın yanında eğitim, kültür, turizm ve yirmi iki üniversitesiyle de Ukrayna’da dikkatleri çekiyor.
Şubat olması benim mimari keşfime ve sokaklarda saatlerce yürümeme engel olmadı. Deribasovskaya caddesi, her yeni şehirde zorla aradığımız ve benzetmeye çalıştığımız, 24 saat uyumayan İstiklal’e benzetilebilir.
Kars’ta gördüğüm Baltık mimarinin bir benzer alt yapısındaki binalar, yanlarına zarif Fransız & İtalyan esintili arkadaşlarını aldığından, soğuğu unutturup göz zevkinizi ikiye katlayan bir yürüyüşe dönüştürüyor Odessa sokaklarını. Bu şehirde gezerken Art Nouveau ve Rönesans akımıyla karşılaşacağımı bilmiyordum.
Çok hedefsiz keşif yürüyüşümün ilk durağını Casa Romani’de verdim. Tatlı bir ortamı var. Dinlenmek adına o anda bulabileceğim en iyi yerdi diyebilirim. Sonrasında kıyıya indikçe daha iyileri olduğuna emin oldum.
Ertesi gün büyük pazarın olduğunu bildiğimden daha kuzeyde vakit geçirmek yerine, rotamı güneye çevirdim. Yürüyüşümün bu kez bir hedefi var: 1800’lü yılların ortalarında inşa edilen merdivenler. En üstünde ise Roma stilindeki Duc de Richelieu Anıtı.
Merdivenlere ulaşırken, her şehre veba gibi yayılan âşıkların kilitlerini astığı noktaya vardım. (Burada kendilerini garantiye almak adına tertemiz yolun ortasına bir demir kalp koymuşlar, malum Pont des’art ı yıkmıştı bu âşık turist milleti)
Akşam yemeği tercihimi ise Maman’dan yana kullandım. Keyifli bir servis kültürü tüm gittiğim restoranlarda var; daha kapıdan girdiğinizde örtülerin serilişi, sevimli peçetelerin ve ekmek sepetinin duruşundan o özeni görebiliyorsunuz.
Ertesi günlerim daha planlı ve çalışılmıştı. İlk molamı kapısından girer girmez tatlı dolabına sarılacağınız Profitroli’de yaptım. Öyle mutlu oldum ki burada yediklerimden; şöyle diyeyim, yukarıda bahsi geçen her yeri boş verip önce koşa koşa buraya gidin! Ve buraya uğramadan sakın Odessa sınırlarını terk etmeyin!
Ünlü Rus yazar Puşkin’in Odessa hakkında “Orada Avrupa’nın kokusunu alabilirsiniz” demesi boşuna değil. Kentin her iki yanda ağaçların gölgelediği bulvarları, klasik ve Art Nouveau yapılarıyla (şimdi söyleyeceğime hiç şaşırmayın ama) o da bir “Doğu’nun Paris’i” : )
Yerel halkı gözlemleme ve gündelik hayatlarını nasıl sürdürüyor kısmını izlemeyi çok sevdiğim için açık alan pazarlarını da ziyaret ettim. Çok da hijyenik kaygılarınızı yanınıza almamanızı öneriyorum; zira tavuklar, etler ortalıkta korumasız şekilde fink atıyor. Ben tabii dikkatimi direk şapkalar, çantalar, şallara çevirdim ve sıkı bir el-kol pazarlığı sonunda bir şapka alabildim.
Açık mutfak konseptli önden öde, yemek numaran gelince gel bara al, tadında bir restoranda da son gün akşam yemeğimi keyifle yedim.
Sovyet düzenden kalma uzun ve alabildiğine geniş caddelerdeki yürüyüşlerimin arasına yeni bir şehirde yapmayı en sevdiğim; iç dizaynı olabildiğince şatafattan uzak Ortodoks kilise ziyaretlerini, süpermarketlerde dolaşmayı, parklarda oturup insanları izlemeyi ve mezarlıkta dolaşmayı (Kabul ediyorum, bu biraz ilginç…) serpiştirdim.
Bu alakasız duraklar, hiç aşina olmadığım bir halk hakkında çıkarımlarda bulunmamı sağlarken, bazılarında da kısa süreli de olsa ısınmamı sağladı. : )
Güzel bir kış tatilini, hiç hayal etmediğim şekilde müdavimi olacağım bir ülkede tamamlamış oldum. Ve tahminler üzerine devamı da geldi : ) Aynı yıl içinde Kiev ve bu sene yineleyeceğim Odessa (Bu kez sıcaklarda geliyorum, çok iddialı bir keşfe çıkacağım.) planlarım da hazır.
Umarım bu yazı gitmeyi düşünenlere, çoktan biletini almış gün sayanlara, bir gün gitmek isteyenlere ya da benim gibi öncesinde ön yargıları olanlar adına bu yazı bir ön bilgilendirme niteliği taşımıştır.
Yenilen güzel sunumlu yemeklerin, keyifli sokaklarının ve diğer ülkelere nazaran standardımızı daha ucuza yükselttiğimiz rotalardan biri haline geldiğinden, ben Ukrayna’yı ve insanlarını çok sevdim.
Bu içeriğin güncellendiği tarih 10/05/2019 13:54
Leave a Comment