Bununla birlikte playlist’lerin gerçeklerle yüzleşmek VS gerçeklerden kaçış paradoksundaki büyüsüne şahit olmak için daha ideal bir zaman da olamazdı.
Diğer yandan kapanan stüdyolar, ertelenen kayıtlar, iptal olan festival ve turneler derken, müzik endüstrisinde çalışan herkes çetrefilli bir yıl oldu. Bunların hepsi yaşandı, belki daha fazlası yolda olsa da müziğin sesi hep yüksek, parti kulaklığımızda da olsa devam ediyor. Nitekim tamamı bu listede yer alamasa bile, böylesine saçma, iyi geldiği anlar olsa dahi oldukça bunaltıcı geçen 2020 yılında kurtarcılarımız olan çok iyi albümler dinledik.
Bazıları içinde olduğumuz dönemi yansıtırken; bazıları sanki yüzyıl öncesine aitmişçesine zar zor hatırladığımız eski hayatımızdan kalan anıları canlı tutarak motive ediyor. Kimisi 3 sene önce kaydedilmiş, kimisi evinin salonunda 15 günde…
Huzurlarınızda yılın en iyi 20 albümü. Afiyet olsun!
Önceki iki deneysel albümüyle kriterlerden tam not alan ve övgülerle bahsedilen Yves Tumor, üçüncü albümü Heaven to a Tortured Mind ile daha az deneysel, çok daha tanıdık bir sound ile kendi standartları düşünüldüğünde bizi şaşırtıyor.
Yves Tumor kalıpların çok dışında, içinde yalnızca kendisi ve vizyonunun olduğu bir dünyada, müziğini janraların filtresinden geçirmeden dilediği gibi üreten, sunarken de kendi yolundan şaşmayan her zaman yeni bir şeyler yaratmanın peşinde olan bir sanatçı. Tıpkı dönemin sıra dışı ve cool rock starları gibi, topluma aykırı gelen, ailelerin çocukları özenmesinden diye endişe ettiği müziği yeniden şekillendirdiği sanatçılar David Bowie, Ozzy Osbourne, Iggy Pop vari bir etkisi var.
Tüm söz ve bestesi kendisine ait olan şarkılardan oluşan Heaven to a Tortured Mind ile Yves Tumor rock ile önceki çalışmalarının aksine sevenlerinin klişe diyebileceği şarkılarla fakat yine kendi tarzı dışına çıkmadan farklı unsurları deneysel biçimde bir araya getirerek yorumluyor. Tüm kendine has özellikleriyle bu albüm, tıpkı 70 ve 80’lerin kurallara aykırı aşırı yaşayan isimleri gibi bu dönemin en önemli alternatif rock / pop figürlerinden Yves Tumor’un ana akıma selam verdiği albüm olarak sonraki yıllarda da hatırlanacak gibi duruyor.
Yılın başlarında SXSW’deki performanslarıyla geniş kitlelerce dikkat çeken, devamında yoğun bir ilgiyle kaşılanan Grammy ödüllü gitarist / yapımcı Adrian Quesada ile 27 yaşındaki Eric Burton‘ın ortak projesi Black Pumas; 60 ve 70’lerden gelen soul, funk ve blues soundlarını dönem güzellemesi yapmadan dinleyiciyle buluşturuyor.
Nostaljik bir tonda, Burton’un etkileyici vokaliyle enerjik bir girişle başlayan albüm; peşi sıra gelen parçalarla bir kutlama hissi verirken; blues ve rock tınılarının inişli çıkışlı zirvelerinde gezinen şarkıları dinlerken zaman adeta akıp gidiyor.
Bu yılki Grammy Ödülleri’nde En İyi Yeni Sanatçı adaylarından biri olan ikili; Black Pumas ile 2021’de düzenlenecek 63. Grammy Ödülleri’nin en önemli kategorilerinden ‘En İyi Albüm’ün yanı sıra albümün lokomotif şarkısı Colours ile ‘En İyi Kayıt’ ve ‘En İyi Performans’ kategorileri için yarışıyor.
The Strokes için büyük beklentilerin baskısı altında yaşayan bir grup yorumu yapmak ne kadar yanlış olur? Indie müziğin “gençliğe hitabesi” olarak kabul ettiğimiz çıkış albümü Is This It? söz konusu olduğu için hiç yanlış olmaz… Albümün başarısından sonraki tüm çalışmaların da kıyaslanmasına sebep olsa da, iki yıl sonra yayınlanan Room on Fire bu beklentilere en azından yaklaşabildi. Ardından yayınlanan üç albüm The Strokes imajını zedelemekten öteye gidemezken Julian Casablancas müziğine bir süreliğine yan projesi The Voidz ile devam etti ve iki albüm yayınladı.
Bugün, yedi yıl içinde dinlediğimiz ilk The Strokes albümü The New Abnormal, şarkı sayısından en az fakat uzunluk olarak en uzun ikinci albümü olma özelliği taşıyor. Is This It? baskısından kurtulmuş, farklı duygularla tamamen yenilenmiş bir The Strokes dinliyorsunuz.
“Yeni The Strokes albümü” etiketi nedeniyle sevilemeyebilecek The New Abnormal ile Brooklynli grup ilk yıllarını yeniden yaşamak için çaba sarf etmezken diğer yandan bilinmez bir geleceğe bodoslama dalmayı reddederek uzun zamandır bulmaya çalıştıkları temiz bir orta yolda bulduğunu hissettiriyor. Bu, hem zor kazanılmış fakat bir o kadar da zahmetsiz görünen bir başarı. Is This It? gibi çığır açan ya da vurucu bir albüm değil tabii ki, ancak The Strokes’u farklı bir noktaya taşıyarak yeni bir perspektif kazandıracağı kesin.
İkinci albümü Is it Selfish If We Talk About Me Again’i bu yıl yayınlayan Kacy Hill, 26 yaşında synth pop ve R&B arasındaki soundu ile gelecek vadeden yetenekli bir genç. Selfish olarak kısaltılan albüm kıskançlık ve gençlik hataları gibi Kacy’nin kusurlarını öne çıkaran, oldukça kişisel bir çalışma. Kanye West’in Desiigner ve Teyena Taylor gibi henüz kariyerlerinin başındaki amatör yetenekleri sektöre kazandırmak için evinde kurduğu stüdyo G.O.O.D Music’te kariyerine başlayan fakat anlaşmazlıklar nedeniyle tıpkı bu sanatçalar gibi yollarını ayıran Kacy Hill, low-key kaydettiği albümdeki tüm şarkıları aynı tonda okuyor.
Zaman zaman sıkıcı olabilecek bu durum şarkıların minimal alt yapısı ve basit sözleriyle birleşince lezzetli bir alternatif R&B kaydına dönüşüyor. Selfish’in geneline hakim olan pozitif hava her şarkıda hissediliyor. Kacy Hill kendini keşfettiği ve bunu gerek sözleri, gerek tartışmaya açık prodüksiyon tercihleri gibi kusurlarıyla olduğu gibi yansıttığı bu albümü ile momentum yakalayarak dinleyiciyle arasında bağ kurmayı başarıyor.
Kendi şarkılarını yapmaya başlayana kadar grafik sanatçısı olarak hayatını idame ettiren Koreli sanatçı Yaeji, 2017’de çıkardığı Raingurl single’ı ile büyük kitlelere kendini tanıtmayı başarmış ve birçok DJ’in setlist’ine girmenin yanı sıra kulüpte DJ’lik yaparken buğulanan gözlüklerinin aksine;
Playlist’lerimde birçok şarkısı olduğunu sonradan Yaeji’nin dream pop, house ve zaman zaman drum’n basın doruklarında gezen ilk albümü What We Drew müzik kalıpların dışına taşan, kulüpte çalınabilecek şarkılar olduğu kadar kitap okurken fonda dinlenebilecek duygusal şarkılardan oluşan başarılı bir koleksiyon.
Indie camiasının en tutarlı gruplarından Baltimore ekibi Future Islands, synth-pop’un mesafeli hisleri ile new vawe’in çekici tavrını Future Island bağlarıyla birleştirdikleri altıncı albümleri As Long As You Are ile geri döndü. Kariyerlerinin bu aşamasında, Future Islands‘ın kanıtlayacak hiçbir şeyleri yok, fakat buna rağmen her yeni kayıtlarında daha iyisini çıkarmaya çalışıyorlar ve dinleyicilerine eski duygularına bakmanın yeni yollarını sağlıyorlar.
Açılış şarkısıyla bizi anında sakin bir sahil kasabasına götürse de As Long As You Are oldukça melankolik hatta karanlık bir albüm. Önceki albümlerine kıyaslandığında daha hüzünlü olmakla beraber daha cool ve zarif olduğu da söylemek gerek. Future Island’ın tanımlanamayan karizmasının kimyası da budur belki; varoluşsal sancılar içerisinde ama umutlu, synth ağırlıklı fakat hafif, içine dönük yine de dans edecek kadar sosyal… Tıpkı 2020 gibi
Çok küçük yaşlardan beri yer aldığı farklı projelerde çok yönlü bir isim olarak hep seyirci karşısında olan Teyana Taylor, R&B camiasının son yıllardaki en gözde isimlerinden biri. Henüz 16 yaşında Beyoncé’nin koreografilerini hazırlayan sanatçının travmalarından, hayal kırıklıklarına; aile yaşantısından siyahi bir kadın olarak uğradığı ayrımcıklardan tutun da eşi ve çocuğuyla olan ilişkisine kadar anlatmak istediği her şey The Album’de toplanmış.
İki sene önce Kanye West öncülüğünde kaydedilip piyasaya sürülen, hem dinleyici hem de otoriteler tarafından oldukça beğenilen yedi şarkılık K.T.S.A ‘in extended versiyonu hazır olmasına rağmen yine Kanye West’in sınırlamalarıyla yüzünden bir türlü dinleyiciyle buluşamaması nedeniyle yollarını ayıran Teyena Taylor, 23 şarkılık neredeyse 90 dakika süren The Album ile adeta kendi manifestosunu paylaşıyor.
Kendisine Billboard listesindeki ilk “TOP 10” girişini getiren üçüncü albümü The Album, Amerikan polislerinden, hastanelere, yozlaşmış politikacılardan plak şirketleri ve medya patronlarına kadar bugüne kadar karşılaştığı hem toplumsal hem kişisel zorluklarda payı olan herkesle yüzleşerek ifşa ettiği bir çalışma olarak öne çıkıyor. Prodüksiyonuna baktığımızda bana kalırsa K.T.S.E ‘nin yanına yaklaşamasa da; Missy Elliot, Miss Lauryn Hill, Kehlani, Erykyah Badu, Future, Big Sean ‘ın yanı sıra basketbolcu eşi Iman işbirlikleriyle göz dolduran The Album biraz empati yaptıkça taşların yerine oturduğu, referanslarıyla içi dopdulu bir biyografi gibi etkileyici.
Her ne kadar hip hop ve rap ile daha çok linklense de, protest müzik mevcut dünya düzenine bir tepki olarak tüm janraların ana elementlerinden biri olma yönünde daha fazla karşımıza çıkıyor. Dünya gündeminin bir getirisi olarak günümüz elektronik müziğinde de durum çok farklı değil.
Müzik hayatına bir punk grubunda davulcu olarak başlayan Kolombiya kökenli Brooklyn vatandaşı Ela Minus, tekno partilerin cazibesine kapıldıktan sonra tarz olarak elektronik müziğe yöneliyor. Kraftwerk ve ilk dönem Daft Punk’tan esinlenerek ses makinelerine içli dışlı oluyor ve güncel soundunun temellerini burada atıyor. Bugün geldiği son noktada ise ilk albümünde DAW yazılımla üretilen tek bir ses kullanmadan kendi evinde ve kendi imkanlarıyla Acts of Rebellion’ı kaydederek Domino Records etiketi ile yayınlıyor.
Punk ve tekno deneyimlerini bir çatıda birleştiren Minus; kişiselleştirdiği toplumsal meseleler ile ilgili politik açıklamalar yapmaktan çekinmiyor. Acts of Rebellion ABD’deki azınlıkların süregelen baskısına değinerek 2020’de kitlelere yayılan acil siyasi değişim gereksinimini yansıtıyor. ‘megapunk’ ve kişisel favorim ‘they told us it was hard but hey yere wrong.’ ile ‘el cielo no es de nadie’ üçlüsü bir an önce kulüplerin açılması için kan akışını hızlandırırken sözleriyle albümün en kışkırtıcı şarkıları olarak öne çıkıyor.
We can’t seem to find a reason to stay quiet
We’re afraid we’ll run out of time
To stand up for our rights
Bazı sanatçılar ilk, bazılarıysa son albümlerine kadar uzanan süreçte bir albüme kendi isimlerini veriyor. Bu motivasyon kimi zaman şarkıların ne kadar kendilerini yansıttığı ve onlarla özdeşleşebildikleriyle bağdaşırken; kimi zaman doğru zamanda doğru hamleyi yapma stratejisinden kaynaklı olabilir. Lianna La Havas, şüphesiz ilk grupta yer alıyor. Kendi adını verdiği üçüncü albümüyle ilk kez müziğini tamamen istediği şekilde dinleyiciyle buluşturabildiğini söyleyen Havas, biri Mercury, diğeri Grammy adaylığı getiren albümlerinde olmadığı kadar kendisi olarak karşımıza çıkıyor.
Yunan bir baba ve Jameikalı bir annenin çocuğu olarak İngiltere’de doğup büyüyen 31 yaşındaki sanatçı farklı müzik zevklerine sahip ebeveynlerinden gelen geniş çaplı stilini, creative director’u olduğu bu albümde çalıştığı prodüktörlerle dinleyiciye aktarıyor. Destiny’s Child’tan Joni Mitchall’a uzanan geniş spektrumlu isimlerden ilham alarak kaydettiği 11 şarkıda jazz, folk ve pop elementlerin soul ile harmanlayan Lianne La Havas, uzun süredir birlikte çalıştığı prodüktörlerle birlikte elektronik müzik prodüktörü ve DJ Mura Masa ile de çalışarak neo-soul’un en yenilikçi ve yetenekli isimlerinden olan biri olduğunu gösteriyor.
11 şarkıdan oluşan albümde romantik ilişkideki bir kadının başlangıçtan sona uzanan kronolojik duygu durum değişikliğine şahitlik ediyoruz. İlk bölümde ilişkinin başlangıcıyla gelen neşeli ve eğlenceli döneme şahitlik ederken, ikincisi bölümde ilişkinin bitmesine odaklanarak yaşanan kaybediş hissini deneyimliyor, son bölümde ise üzüntünün ardından gelen özgürlük hissiyle birlikte bağımsızlığın verdiği saf mutluluğunu görüyoruz.
Albümün çok önemli noktalarında iki tane Radiohead durağı var. Önce yedinci şarkıdaki Weird Fishes cover’ı ile albümün en can alıcı anlarından birine imza atan Lianne La Havas, In Rainbows’un hiç gün yüzüne çıkmamış şarkılarından biri olabilecek yedi dakikalık Sour Flower ile kapanışı yapıyor.
2015 yılında Currents yayınlandığında müzik dünyasında çok şey değişti. Yeryüzünde ne kadar dergi varsa, tüm editörler, müzik yazarları, sanatçılar vs herkes hatta hepimiz albümü kutsal kitap olarak görüyorduk. Bu muhteşem başarının ardından gelen ARIA Ödülleri, Grammy adaylığı derken dönüp baktığımızda Tame Impala ve arkasındaki büyük yetenek Kevin Parker gerçekten 2010’lara damgasını vurdu.
Böylesine büyük bir başarı elde etmiş bir sanatçının yanlış bir adımda tökezlemesinden kaynaklanabilecek potansiyel hayal kırıklığı ve onu takip edecek tükenmişlik sendromu gibi yaygın star anksiyetelerinden kaçınmak için başka bir albüm çıkarmamak çok olası bir tercih olabilirdi. Tame Impala müridleri hariç herkes Currents’ın üzerine çıkacak bir albüm, hatta belki de Kevin Parker’ın potansiyelinden çok daha büyük bir beklentiye girdi. Bunun insan üzerinde yarattığı psikolojik baskı nasıldır acaba, tahmin edemeyiz heralde. Gel gelelim öyle olmadı ve Tame Impala, beş yılın ardından ara ara bizi teklilerle besledikten sonra The Slow Rush’ı yayınladı. Fakat albüm yayınlandığında içindeki lokomotif şarkıları o kadar dinlemiş ve ezberlemiştik ki albümü bırak keşfetmeyi, sevmeden önce hazmedebilmek için pek alanımız kalmadı…
One More Year ile çok güçlü başlayan The Slow Rush, diskodan trip hop, hatta funk’a uzanan beatler, aralara serpiştirilen sytnh’ler ve Tame Impala soundunun hammaddesi olan çekici melodileriyle yaklaşık bir saatlik süren bir Tame Impala rüyası gibi. Şarkıların tamamı Kevin Parker’ın kaleminden çıkmış olmakla beraber, mixing, prodüksiyon, kayıt, stüdyo ne varsa, mastering dışında her enstürman, performans, vokal, back vokal aklınıza gelen her şey yine kendisine ait. Albümün de can alıcı kısmı bu olsa gerek…
Uyuşturucu ve gelişigüzel seksten fazlasını veren The Weeknd ile tanışıyoruz: After Hours. Çeşitli Youtube videoları, Souncloud kayıtları ve House of Balloons mixtape’leriyle kariyerine R&B ‘nin melankolik low-key prensi olarak başlayan Abel Tesfaye aka The Weeknd yeni albümü After Hours ile yaşamayı çok sevdiği “Serseri Kanadalı” dramasını nihayet cool bir şekilde sergiliyor.
Son beş yıla sığdırdığı tüm projelerinde farklı şeyler deneyen, kendini geliştiren, geliştikçe de kendini yeniden keşfeden The Weeknd; müzik tarzında yine değişiklik yaparak R&B ‘nin yanına bu sefer synth pop, new wave ve dream pop gibi janraları alıyor. Tüm şarkıların yazar kadrosunda gördüğümüz Tesfaye’nin başarısız ilişkiler, ayrılık acısı, gereksiz hoş görü ve kendini sevmeme gibi konulardan bahsettiği şarkıları kariyerinin ilk zamanlarını hatırlatırken; daha karanlık, daha agresif, daha cesur ve gerekeni yapmaya hazır imaj ve tavrı onun update edilmiş bir versiyonuyla hayatına devam ettiğini gösteriyor.
Fear and Loathing in Las Vegas, Uncut Gems ve Joker gibi filmlerden referanslar içeren kısa filmiyle de beğenilen albüm; promosundan, canlı performansına, şarkıların kullanılacağı reklam seçimlerinden albüm kapağı ve açıklama metnine kadar tüm detaylarıyla günümüz müzik dünyası için pazarlama stratejisinin iyi örneklerinden bir tanesi olarak da öne çıkıyor.
Hip hop ve rap 50 yıllık serüvenindeki en parlak döneminine şahitlik ediyoruz. Drake, Jay-Z, Travis Scott, Kanye West, Post Malone, Cardi B ve 2 Chainz gibi son 10 yılda global müzik listelerini domine eden, özel hayatlarıyla da takip edilen isimler değişen iletişim kanallarının gereksinimlerini de yerine getirerek temsilcisi oldukları bu müzik tarzları ana akımın merkezine oturtmuş durumda.
Bununla beraber ticari kaygılarla yürütülen pazarlama stratejileri, pastanın büyük dilimine uzanmak üzere hayata geçirilen projeler milyon dolarlarla ölçeklendirilen tarzda bir başarı getirse bile janranın temelini oluşturan spesifik bazı özelliklerini kaybedip; dönemin popüler müziğine dönüştürerek özetle bir nevi “pop” statüsü kazandırabiliyor.
Atlanta ve Brooklyn.. Başarılarının temelini oluşturan iki farklı rap ekolünden gelen Killer Mike ve El-P dört senenin ardından yayınladıkları dördüncü çalışmaları RTJ4 ile yılın en iyi hip hop albümüne imza atıyor. Trump döneminde kaydedilen ve George Floyd’un polis tarafından vahşice öldürülmesinin ardından ülke sınırlarından taşan protestoların yoğun yaşandığı dönemde yayınlanan RTJ4; sert ve cesur sözleri, agresif beatleri, sert tavrıyla polis vahşeti, ırk ayrımcılığı, ekonomik adaletsizlik, yanlış eğitim sistemi gibi birçok toplumsal problemi işaret eden politik bir albüm. Sonraki nesillere bir manifesto olarak aktarılacak bu protest albüm ile Run The Jewels Amerika’ya herhangi bir haber kanalının verebileceğinden daha fazla bilgi veriyor.
“And you so numb you watch the cops choke out a man like me
Until my voice goes from a shriek to whisper, ‘I can’t breathe’ ”
İkili yine yanlarına bir dizi arkadaşlarını alarak müzikal katmanlarını çoğaltıyorlar. Albüme baktığımızda önceki projelerinde de işbirliği bulunan Rage Against The Machine aktivist vokalisti Zack de la Rocha’ya aynı şarkıda Pharrel Williams eşlik ederken; 2 Chainz, Mavis Staples, DJ Premier ve Greg Nice katkıda bulunan isimler arasından öne çıkıyorlar.
The Avalanches ilk teknik olarak kendi tarzlarına uzak, fakat bir o kadar kendileri oldukları şarkılarla dinleyiciyle buluşuyor. Listenin tamamlanması için yeni çalışmalarını merakla beklediğimiz The Avalenches (Geçen sene için bkz: Kaytranada), yılın en güzel sürprizini verdikleri üçüncü albümleri We Will Always Love You ile 2020’ye dair hatırlayacağımız güzel birkaç anıdan birini imza atmış.
“Electro-Michalengelos”… Independent’ın bir yazısında gördüğüm bu en başarılı The Avalanches yakıştırmasının kaynağı elektronik müzik yapan Avustralyalı ikilinin üstün sample kullanım yeteneklerinden geliyor. Aynı zamanda çok iyi birer koleksiyoner olan Robbie Chater and Tony Di Blasi, şarkı seçimleriyle başlayan sampling sürecinde kimisi unutulmaya yüz yutmuş, kimiyse hiçbir zaman popüler olamamış şarkıları yepyeni formlara sokup, onlara ikinci hayatlarını vererek kendi benzersiz tarzlarını ortaya koyuyor. İkili, bugün 20 yaşında olan kült çıkış albümleri Since I Left You ‘da kullandıkları 900 sample ile bu alanda çığır açarak, 16 yıllık bir çalışmanın ardından dört sene önce yayınladıkları ikinci albümleriyle bu alandaki becerilerinin nasıl bir çalışma gerektirdiğini gösterdi.
Bir 16 yıl daha beklemek istemeyen ikili We Will Always Love You’un yapım aşamasında farklı bir yol izlemeye karar vermiş olacak ki albüm yine yüzlerce sample içermesine karşın, şarkılar yalnızca bunlar üzerine kurulu değil. Baz olarak kullanılan bu sample’ların üzerine ekledikleri yeni enstrümanlar, canlı kayıtlar ve sayısız konuk sanatçının vokalleriyle önceki projelerinden oldukça farklılaşan The Avalanches, play tuşuna bastığınız andan itibaren 70 dakika süren 25 şarkılık lezzetli bir albüm sunuyor.
Albümün bel kemiğini oluşturan etkenlerden bir tanesi konuk sanatçılar. Şöyle bir göz attığımızda Neneh Cherry’den Kurt Vile’e, Blood Orange’tan MGMT’ye, Tricky’den Leon Bridges’e kadar Rivers Cuomo, Vashti Bunyan, Pink Siifu, Cornelius, Sampa The Great, Denzel Curry, Karen O, Johnny Marr, Cola Boyy, ve Perry Farrell gibi isimlerin bu şarkılara hayat verdiğini görüyoruz.
Her ne kadar Gorillaz, Kytranada, Flaying Lotus, SBTRK gibi birçok farklı grup ve solo isimle yaptıkları şarkılarıyla daha çok bilinseler de İsveçli elektro pop grubu Little Dragon, kesinlikle tarzlarıyla en tutarlı ekiplerden biri. Onlara bu tutarlığı sağlayan ve farklılaştıkları nokta şarkılarına hayat veren iç görü ve konseptlerindeki duyguyu dinleyiciye nasıl aktarabileceklerini çok iyi çözmüş olmalarından kaynaklanıyor. Her bir şarkısıyla dans etme istediği uyandıran Ritual Union, 80’lerden ilham alan synth-pop albümü High Season gibi tarzı, duygusu ya da genel mood’u ne kadar bir öncekinden farkı albümlere imza atan ekip, şarkılarının kalitesinin hep yüksek tutmayı başarıyor.
Altıncı albümleri New Me, Same Us da bunlardan hiç farklı değil. Indietronic olarak kısaltabilecek sarhoş edici sounduna daha fazla akustik enstrüman ekleyen 4 kişilik ekip, böylece içeriğini de zenginleştiriyor. Albüm aynı zamanda pürüzsüz vokaliyle grubun çekici gücünü üstlenen üstlenen one and only Yukumi Nagano’nun uzun bir ilişkiden yola çıkarak kaleme aldığı kişisel hikayelerinden kesitler de içeriyor. Buz gibi beatler dinleyicinin de kalp ritmini belirlerken onlara eşlik eden duygusal armoniler kanın ilgili organlara taşınmasını sağlıyor.
“It’s easy to pretend that the script was made for us
Make believe in miracles just like in the movies, hey
Gotta find the new” – New Fiction
Bu yıl pop müzik üzerinde ciddi bir disko etkisi vardı. Kylie Minogue, Dua Lipa ve Jessie Ware bu tarzın başarılı örneklerini sunan birkaç isimken hiçbirisi diskonun karanlık, mantık filtresinden geçmemiş saf temelini Roísín Murphy kadar iyi yansıtamadı. Kariyeri boyunca art pop ve elektronik müziğin alternatif alt janraları arasında gezinen Roísín Murphy, Roísín Machine ile nihayet vatkalı ceketini giyerek disko divalığını ilan etti.
İrlandalı sanatçının beşinci stüdyo albümüyle yakaladığı bu başarının arkasında birçok projede birlikte çalıştığı prodüktör Richard Barratt‘ın da büyük rolü var. 2012’de Jealousy ve 2015’te Simulation’ı şarkılarını birlikte kaydeden ikili bu şarkıları yayınlasalar da hiçbir albüme eklememişti, ta ki Roísín Machine’e kadar…
Hepsi birbiriyle uyumlu 11 şarkı disko müziğinin tüm beat ve groove’larını hakkıyla veriyor. Tek bir farkla daha soğuk ve daha güçlü. Tüm şarkılar aşırı coşkulu. Kalp sıkışmasını bile partileyerek yaşatıyor. Zaten tüm kulüp müzikleri gibi disko da öyle değil mi? Hayal kırıklığın ya da başarının, sürpriz ayrılığın ya da yalnızlığının zaferi… Yoğun hissettiğin duygu neyse onu dans pistine yansıtarak ifade etmene olanak sağlıyor. Roisin Machine barındırdığı tüm hisleri sonsuz bir kutlamayla dinleyiciye sunarken, Murphy’nin zahmetsizce ortaya koyduğu soğuk ama bir o kadar yoğun tavırlarıyla çarpıcı performanslara dönüşüyor.
Farklı zamanlarda yazılıp farklı zamanlarda kaydedilse bile hepsi birbirine bağlı bu parçalar eğlenceden ödün vermeden şimdiye kadarki en iddialı Roísín Murphy koleksiyonu olarak karşımıza çıkıyor.
Müzik endüstrisini domine eden plak şirketleri aynı zamanda yasal birer vampir de oldukları için; sanatçıların ölümlerinin ardından atar topar yayınladıkları albümler çoğu zaman ticari amaçlar güdülerek piyasaya sürüldüğünden; Amy Winehouse, Tupac ve The Queen gibi isimlerin ölümlerinin ardından gelen albümlere baktığımızda sevenlerine asla geçmeyen, bu tarz albümler oldukça riskli olmakla beraber çoğu zaman sevenleri tarafından negatif yorumlarla karşılanıp tam tersi etkilerle karşılaşabiliyor.
Circles’ta ise tam tersi bir durum söz konusu. İki sene önce beşinci albümü Swimming’in yayınlanmasına iki hafta kala trajik bir şekilde 26 yaşında hayatını kaybeden Amerikalı rapper; her albümünde kendi çıtasını yükselterek oluşturduğu diskografisinin final parçası Circles ile yeteneği, potansiyeli ve kendi müzikal yolculuğunda geldiği son noktayı ortaya koyuyor.
Özellikle son iki albümünde gittikçe sakinleşen, yüzünü daha çok R&B, disko ve funk’a çeviren bir Mac Miller vardı. Albümün prodüktörü Jon Brion, Swimming ve Circles ‘ın saf hip hop albümüyle tamamlanacak bir üçlemenin ilk iki bölümü olarak planlandığını söylüyor; “Swimming in Circles”
O yıllarda belki sadece farklı bir yaklaşım olarak şans verilen müzikal fikirler sanki Circles’ta hayat bulmuş ve tamamlanmış gibi görünüyor. Albüme de adını veren açılış parçası ve Los Angeles menşeli saykodelik rock grubu Love cover’ı olan Everybody bunun çok güzel iki örneği olarak karşımıza çıkarken; diğer yandan I Can See ve Blue World gibi şarkılar Miller’ın söz yazma ve rap yeteneklerini sakince ortaya koyuyor.
Circles her ne kadar rap albümü olarak değerlendirilse de soft rock, orkestral pop, house, R&B ve indie gibi çok farklı tarzların önemli katmanlarıyla zenginleşen her anlamda dinleyiciyi tatmin eden duygusal ve oldukça zengin bir albüm.
Yeniyi keşfetmenin verdiği heyecan ile bilinenin sağladığı sıcak rahatlığı arasında kurulan hassas denge kadar mükemmel çok az şey vardır. Bu bir film, dizi, albüm ya da ikili insan ilişki modeli olabilir. Günün sonunda ne olursa olsun; aşina olacak kadar yakın, ilgini de çekecek kadar da bilinmez denkleminin kesiştiği nadir bir şeyle karşılaştığında özel bir şey olduğunu anlarsın.
2016 yılından beri single ve mini EP ‘ler yayınlayan Brooklyn merkezli synth – pop ekibi Nation of Language’in çıkış albümleri Introduction, Presence’ı ilk dinlediğinizde tam olarak bunu hissediyorsunuz. Depeche Mode, The National, New Order ve Black Marble gibi ekiplerin soundlarından gelen 80’ler referansları fark ediliyor.
Bununla beraber Nation of Language nostaljik bir seksenler grubu olarak etiketlemek onlara yapılacak en büyük haksızlık olur, albümde yeterince kendilerine has düzenleme ve bolca new wave soundu etkilendikleri sanatçılardan aldıklarını kendilerince nasıl harmanladıklarını gösteriyor.
Nation of Language daha önce duymadığınız hiçbir şey sunmamakla beraber retro-synth ve post-punk enerjisiyle taze, modern, zekice produce edilmiş, enerjik alt yapısıyla bağımlılık yapıyor. Üç kişilik ekibin prodüktörlüğünden sorumla Abe Seiferth’in sıkı prodüksiyonunu tamamlayan şarkılar, Ian’ın zaman zaman sinirli bazen de baygın vokaliyle ve şarkılarda baskın olarak hissedilen baslarıyla sarhoş edici bir sound ortaya çıkarıyor.
Dream pop ve tekno… Bu iki tarz taban tabana zıt görünse de, derinden baktığınızda verdiği hissin çok da farklı olmadığını fark edebilirsiniz. Dream popun hipnotize eden klavyesi, ekolu gitarı seni kayıtsız bir şekilde sersemletirken, 808’in basit ve tekrarlayan ritimlerden oluşan alt yapısıyla tekno partiyi daima devam ettiriyor. Her iki türün de özündeki enerjinin çok güçlü olduğu için bilimsel olarak iki türünde nirvana ve hipnoz etkilerinin olduğu, hatta iyileştirici gücü olduğu söyleniyor.
Kelly Lee Owens tekno ve dream pop gibi farklı tarzları aynı çatıda buluşturduğu büyük beğeni toplayan ilk albümünün ardından ikinci albümü Inner Song ile bizi kendi iç dünyasına davet ediyor.
DJ performanslarından ziyade prodüktör kimliğiyle ön planda olan Kelly Lee Owens, iki türün de en can alıcı anlarına değinen, şimdiye kadarki en dinamik ve kapsamlı müziğiyle bu alanda liderlik ediyor. R&B’nin deneysel dokunuşları ve hatta Velvet Underground’a şarkısındaki konuk sanatçı görünümdeki Owens, güçlü bir değişim ve kendini keşfetme etrafında şekillenen, kendi başına bir itibar oluşturmaya devam ediyor.
Farklı referansların fark edilebileceği albüm, muhteşem bir Weird Fishes yorumuyla en parladığı anlarından biriyle açılışı yapıyor ve 50 dakikalık yolculuğa startını veriyor.
Elektronik müzikte her zaman hatta çoğu zaman sözlerin çok derin, dolaylı ya da şiirsel olmasını beklemezsin. Doğru sample kullanımı söz ile aktarılmak istenen durum ve duygunun tamamlayıcısı olurken; dolaysız ve en direkt anlatım da aktarım için aynı görevi üstlenir. Caribou‘nun altı yıllık sessizliğini 1000’e yakın taslak arasında seçtiği 12 şarkıyı bir araya getirerek bozduğu Suddenly de bu bakımdan bir istisna olmamakla beraber Caribou’nun aile ve arkadaş yaşantısına ışık tutan, sözleriyle bir o kadar etkileyici anları sahip, Dan Snaith’in prodüksiyon yetenekleriyle duygu roller-coaster ‘ını yaşatan etkileyici bir çalışma. Albüm o kadar kişisel referanslar içeriyor ki Caribou albümün adı için 6 yaşındaki kızının obsesyon derecesinde sevdiği kelimeyi seçiyor.
Albümün hikayesi İngiliz sanatçının kız kardeşine hazırladığı mesajı seslendirdiği Sister ile başlıyor. Caribou enerjik şarkılara geçmeden anksiyetesiyle baş etmesi, göğsündeki ağırlıktan kurtulması, yas tutması ve bozulan bazı ilişkileri onarması gerekiyor gibi görünüyor.
“Sister I promise you I’m changing, you’ve heard broken promises I know.
If you want to change it you must break it, rip it up and something new will grow.”
Snaith, matematik doktorası yapmış birinden beklenebileceği gibi şarkılarını cool, ölçülü bir hassasiyetle kaydediyor. Bu albümün lezzeti yalnızca sözlerinden değil müzikal referans ve kişisel arşivinin zenginliğinden de geliyor. Aniden düşüp yükselen ritimler, Snaith’in naif vokali, nazik melodiler, tanıdık ama tanımlanamayan enstrümanlar bu albümün de başrollerini paylaşırken Sunny’s Time ‘da olduğu gibi araya sıkıştıralan piyano baladlarının üzerine eklenen rap gibi ters köşeler müzikal çeşitlilik sağlıyor. Örneğin “Never Come Back” 90’lar kulüp şarkılarının dansa davet eden ritimlere sahip. “Like I Love You” ise 2000’ler başındaki bir R&B parçası temeller üzerine inşa edilmiş gibi… Caribou ilham almak için kendi plak koleksiyonundan yararlanarak hazırlandığı çok janralı Suddenly ile referanslarını fark eden dinleyicisini ödüllendiriyor.
Suddenly birçok yönden şaşırtıcı olabiliyor. Farklı okazyon ve modlarda her dinlediğinizde farklı bir şey keşfedeceksiniz. Aklınıza düştüğü bir anda albümü ilk şarkıdan başlatıp sırasıyla dinleyin. Tüm şarkılar nazikçe kendini hissettirmeye devam edecek.
Festivaller iptal, barlar kapalı. 24 saat uyumayan şehirler, gece kulüplerinin belirsiz bir süreye kadar kepenklerini tamamen indirmesiyle ruhunu dinlerse de Jessie Ware başta olmak üzere bazı isimler her koşulda dans edilebileceğimizi göstererek, bu günlerin geçeceğine dair umut verdiler. Pandemi etkilerinin en ağır hissedildiği sektörlerden müzik ve dolayısıyla eğlence sektörü önünü göremezken, 70 ve 80’lerin kulüp müziği peşi sıra gelen farklı isimlerin imzasıyla bu yılın en popüler janrası oldu. Her ne kadar bu listede olmasa da Kylie Minogue pozitif enerjisiyle, Dua Lipa yeni nesil yaklaşımıyla Roisin Murphy ise buz gibi cool tavrıyla diskoyu evlere taşıdı. Dördüncü albümü What’s Your Pleasure ile Jessie Ware ise disko ve kulüp kültürünün temelini oluşturan, artık üzeri yağ tutmakta olan hislerimizi hisleri uyandırdı; Dans, flirt, arzu ve düşüş…
“We went into the studio to make a record that made people want to dance, flirt and have sex.” – Jessie Ware / Complex
Jessie Ware dördüncü albümü What’s Your Pleasure? ile melankoliden arındırılmış, yerine bolca eğlence arzusu eklenmiş bir şekilde çıkış albümü Devotion zamanlarına geri dönüyor ve kariyerinin en elektronik albümüne imza atıyor. Anne olduktan sonra yayınladığı, bir önceki çalışması Glasshouse’un satış rakamlarından dolayı müziği karar verdiğini söyleyen İngiliz sanatçı, yemek podcast’inin hiç beklenmediği bir şekilde başarıya ulaşması ve hayranlarının yoğun teşvikiyle ilk albümünde birlikte çalıştığı Simian Mobile Disco üyelerinden James Ford ile birlikte stüdyoya girmeye karar veriyor.
Disko, elektro funk ve house gibi türleri çatısı altında toplayan 12 şarkılık koleksiyon, queer gece kulüplerinin ritmini ve heyecanını hem yalın hem de tertemiz bir şekilde yansıtıyor. Spotlight’ın hisli introsunun ardından gelen çekici beat’ler ve Jessie’nin gizemli + bir o kadar davetkar vokali albüm boyunca kesintisiz şekilde devam ediyor.
In Your Eyes, Adore You gibi yavaş şarkılarda bile nabız yükselten ritimler sunan What’s Your Pleasure? aşk, arayış, heyecan, cesaret ekseninde bu yıl ihtiyacımız olan her şeyi bünyesinde toplayarak gelecek yıllarda da dinlenecek Jessie Ware mirası tadında bir albüm olarak listenin başında yer alıyor.
Bu içeriğin güncellendiği tarih 02/01/2021 18:32
Leave a Comment