Bir seneyi daha kimi süperstarların yeni tarzlarıyla yükselişlerini, kimilerininse manşetlere yansıyan çöküşlerini görerek; piyasaya yeni giren veya yıldızı yeni parlayan isimleri keşfederken, özellikle TikTok ve diğer sosyal platformlarının gücüne tanıklık ederek kapatıyoruz.
2022 ‘de Beyoncé, altı yıllık suskunluğunu draq kültürünü sahiplendiği -veya üstüne çöktüğü de diyebiliriz- ballroom dans müziğiyle bozdu. Taylor Swift bir kez da önce olay yaratıp, ardından yargı dağıttı ve albümü birtakım rekorlar kırdı. Bad Bunny yılın en çok konululan sanatçısı oldu. Harry Styles ve Rosalia yılın en iyi şarkılarılarını yaptı (bkz: Tiktok etkisi). Fakat bu isimlerden hiçbirinin albümü bu listede yer almadı.
Buyrunuz bendeniz x DL kinda, yılın öne çıkan albümleri
20 – Syd / Broken Hearts Club
The Internet sever misiniz?
Steve Lacy belki?
Peki Taylor, The Creator desem?
En, en kötü… Frank Ocean?
Bu büyük dört ismin bir tane ortak noktası var, Syd. Kariyerinin başında Tyler, The Creator ve Frank Ocean ile birlikte müzik yaptıkları rap topluluğu Odd Future’da parlayan; daha sonra Steve Lacy ‘nin gitarist olarak yer aldığı The Internet’in solisti olarak daha geniş kitlelere ulaşan Syd, ikinci albümüyle nihayet solo kariyerindeki en somut adımı atıyor.
Teoman’ın “VIP, diamond – platinium üye” olabileceği Broken Hearts Club, adı aslında “In Love” olacakken, yaşadığı ayrılıktan sonra adı bugünkü halini alan bir hüzün hikayesi aslında. Tüm şarkıların co-writer’ı olmakla birlikte hepsinin prodüktörlüğünü de üstlenen Syd, albüm boyunca gözünüzün önünde gerçekleşebilecekmiş gibi hissettiren derin, tutkulu anları resmediyor. Syd’in kalpleri yumuşatan sıcak prodüksiyonuna karışan pürüzsüz, ipeksi sesi, yeni biriyle tanışırken size her şeyin yoluna gireceğini hatırlatan o tanıdık baş dönmesi hissini veriyor.
19 – Omar Apollo / Ivory
Meksika asıllı Amerikalı genç queer sanatçı Omar Apollo, ik, EP ve bir mixtape’in ardından ilk uzunçaları Ivory ile kariyerinin sıçramasını yapıyor.
16 şarkıdan oluşan r&b / pop türünde kaydedilen Ivory, kalp kırıklıkları, hayal kırıklığı ve içinden çıkılamayan gönül işleri gibi temaların etrafında dönen balad ve dans parçalarından oluşuyor. Şarkıların melankolik lirizmi dinleyicilerde oldukça yüksek bir karşılık bulmuş olacak ki, TikTok kullanıcıları bu albümdeki bazı şarkılarla kendi kırık kalp hikayelerini paylaşarak organik hitler ortaya çıkardı. Öyle ki Evergreen, yılın TikTok hitlerinden biri olarak 2022 ‘ye damgasına vurdu bile.
Fakat Ivory ‘i yalnızca bir TikTok hiti veya slow bir ayrılık albümü olarak düşünmek büyük haksızlık olur. Özellikle Kali Uchis ve Daniel Caesar gibi isimlerin yer aldığı En El Olvido, prodüktörlüğünü The Neptunes’ün üstlendiği nefis Latin trap örneği Tamagotchi gibi şarkılar genç sanatçısının Meksika mirasına selam verdiği parçalar olması dışında, Apollo’nun sesinin sınırlarını da göstermesi açısından öne çıkıyor.
18 – Vince Staples / Ramona Park Broke My Heart
Vince Staples’ın bize birçok anlatacak çok şeyi var gibi görünüyor ve o mesajları iletmek için müthiş melodiler kullanıyor.
Ramona Park Broke My Heart, adını Vince Steples’ın Californiya, Long Beach’te büyüdüğü bölge Ramona Park’tan alıyor ve Steples albüm boyunca orada yaşamanın nasıl bir his olduğunu tüm yönleriyle anlatıyor.
Ramona Park Broke My Heart, Vince Staples’ın neredeyse 10 yılı bulan kariyerinde bir söz yazarı olarak gelişiminin ispatı niteliğinde. Staples her zaman iyi bir hikâye anlatıcısıydı fakat 7. albümünde çok daha kişisel yanını görüyoruz. Staples bir şeyi yüceltmek ve küçültmek yerine bu iki durum arasında var olan ahlaki gerilimleri açığa çıkarıyor. Acıdaki umudu, çirkinlikteki güzelliği ve travmanın nesilden nesile tekrarlanma şeklini keşfediyor ve Ramona Park’ın hayatı ve kariyeri üzerindeki kalıcı etkisini ortaya koyuyor.
17 – Bonobo / Fragments
Duygusal elektronik müziğin (bence ağlak elektro da çok yakışıyor) günümüz en iyi temsilcilerinden Bonobo, sekizinci albümü Fragments ile cesur bir synth girişiminde bulunuyor.
5 Grammy adaylığı bulunan sanatçı, 18 aylar süren dünya turnelerinde yazdığı önceki albümlerinin aksine; Fragments’i 2020-2021 yıllarında pandeminin yoğun izolasyon döneminde kaydediyor ve ilhamını kişisel türbülans ve yalnızlığından alıyor.
Bonobo’nun İngiliz elektronik müziğinin en tutarlı ve popüler seslerinden biri olarak kendi evrimini sürdürmesi ve hala taze melodiler ortaya koyuyor olmasıyla şekillenen albüm; oyununun zirvesindeki bir müzisyenden zengin, sakin ve oldukça olgun bir çalışma olarak öne çıkıyor. 12 şarkıdan oluşan Fragments zengin dokusunu şarkı sayısından değil Miguel Atwood-Ferguson, Jordan Rakei, Jamilia Woods ve O’Flynn gibi sanatçıların katkısından alıyor.
16 – Daphni / Cherry
Dan Snaith (Caribou), bir diğer personası Daphni’nin üçüncü albümü Cherry, gri bir sonhabar Pazar’ının soundtrack albümünü gibi. Ama yazın festivalde çalsa dans etmekten halak da olursun. Ama kitap okurken arkada da çalabilirsin gibi… Yani, birkaçını…
Büyük bir festivalin ana sahnesinde 60 bininci adımınızı atarken veya duygusal bir anınızda dinleyebileceğiniz farklı uçlarda ama birbiriyle ahenk için konuşabilen 14 şarkıdan oluşan Cherry birkaç yalnızca melodi üzerine tasarlanmış gibi. “Less is More” felsefesinin bu yılki en iyi örneklerinden biri. 80’ler diskosundan, Fransız Groovy House’a, Floating Points ve Four Tet gibi günümüz elektronik müziğin en iyi temsilcilerine ince göndermelerin olduğu Cherry, Dan Snaith’in söz konusu dans pisti olduğunda neler yapabileceğini gözler önüne seren, kendi içide dengeli ve keyifli bir albüm.
15 – Oliver Sim / Hideous Bastard
Bu yılın bir diğer ilk solo albümü; The xx’in basisti ve Romy ile birlikte vokali üstlenen Oliver Sim’den geldi.
Hideous Bastard isimli albüm Oliver’ın kendini yeniden inşaa etme hikayesini anlatıyor. Hayatta kalmanın bir yolu olarak kendinizi yıkmak, insanlardan izole olmak, aşktan korumak ve sonra kendinizi yeniden yapılandırmak için bir diriliş aracı olarak arzuya teslim olmayı öğrenmek.
Sim’in 17 yaşından beri HIV+ bir hayat sürdüğünü açıkladıktan bir süre sonra yayınlanan ve tamamen kişisel göndermelerle dolu albümü dinlerken Sim’in hayatında yok etmeye çalıştığı birçok şeyi şarkılarında olduğu gibi yansıttığını görüyoruz; inkar, korku, izolasyon, utanç. Sim’in ilk albümünde tüm bu duygulara panzehir olarak dürüstlüğü kullanıyor. Makyajsız, yalansız hatta alaycı dürüstlük.
Hideous Bastard ‘ın savunmasız, kendinden nefret eden göz alıcı canavarlar hakkındaki muhteşem baladlarıyl, Jamie xx’in sinsi ve baştan çıkırıcı beat’leri eklenince ortaya tekinsiz, gizemli ama bir o kadar çekici yolculuk çıkıyor.
14 – Charlotte Adigéry & Bolis Pupul / Topical Dancer
Belçika, Gent merkezli ikili Charlotte Adigéry & Bolis Pupul ‘un çıkış albümleri Topical Dancer; kolonicilik, yabancı düşmanlığı ve cinsiyetçilik gibi hassas konuları ritmik, iç gıcıklayan, ileri görüşlü bir kulüp müziğine dönüştürerek dans müziğine yeni bir soluk getirdiler.
Stüdyoda tanışan Adigéry ve Pupul’un yakaladıkları sinerjiyle birlikte kariyerinde bir sonraki mantıklı adım olarak birlikte başarılı olabileceklerini öngörseler de, 2019 yılında çıkardıkları ilk EP’lerininden ilk albüm tohumunu atanlar DEEWEE plak şirketi kurucuları Stephen ve David Dewaele… Yani… Soulwax.
Enerjik ikili, Soulwax ile birlikte aile, aşk, anne-çocuk gibi ilişkinin farklı formları da dahil olmak üzere bugünün temsilcisi olduğunu düşündükleri tüm konulara, parmak sallamadan ama sadece teğet de geçmeden değinmeye karar verip, girdikleri stüdyodan çıktıklarında Tropical Dancer’ı da tamamlıyorlar. Haylaz bir enerjiyle harmanlanan funk, house ve techno’nun güzel bir birleşimi bu yılın yaratıcı albümlerinden.
13 – Tone / So I Can See You
George Bernard Shaw aka TONE, yayınladığı ilk albümüyle kendi kendine keşfetmenin gücünü ortaya koyan harika bir örnek.
Küçük yaşlardan beri müzikle iç içe olan Londralı sanatçı müzik keşfine ailesinin Prince, Boyz II Men, David Bowie ve The Smiths’e kadar uzanan geniş yelpaze lezzetli plak koleksiyoyla başlıyor, ardından gençlik yıllarında skate, hip-hop ve DJ’liğe ilgi duymasıyla birlikte kendini müzikle ifade etmek istediğini fark ediyor.
Bugün artık bir baba ve deneyimli bir sanatçı olan TONE, yumuşak gitar riffleri ve r&b öğelerini dub ve shoegaze etkileriyle harmanladığı ilk albümü So I Can See You‘da Coby Sey, Fran Lobo ve Roxanne Tataei müzisyenlerin vokallerinden destek alıyor. Albüm Shaw’ın bugüne dek müzikle olan ilişkisini, hayallerini, günlük mücadelelerini ve baba olduktan sonra değişen öncelikleri gibi duygusal temalarını işliyor. Kızının doğumundan kısa bir süre sonra yazılan ve albüme de adını veren So I Can See You şarkısı, eski hayatının hedonizmi ile yeni hayatının sorumluluklarını değerlendiren bir babanın kızına mesajını dokunaklıklı bir biçimde anlatırken albümünde öne çıkan parçası oluyor.
12 – Nilüfer Yanya / Painless
Türk kökenli İngiliz sanatçı Nilüfer Yanya’nın ikinci albümü Painless, çıkış albümü Miss Universe’e göre oldukça soğuk, mesafeli olmasının yanı sıra Yanya’nın duru sesi ve vokal yetenklerini net bir şekilde ortaya koyduğu çalışması olarak dikkat çekiyor.
Painless ile Yanya, sık sık acı ve arzu sınırlarının etrafında dönüyor. Ancak acıyı düşünmek ve hissetmek yalnızca şarkılarında birer bir tema değil, aynı zamanda bunu yazıya dökme sürecinin de ta kendisi olarak anlatıyor. Yanya’nın müziğini heyecan vericiliği, her şeyi hoş hale getirmeyi isterken, sert bir dürtüyü yumuşatması gerektiğine olan inancı gibi güçlü bir çelişki ve sürtüşmeden geliyor.
Şarkıların sözlerine dikkat ettiğinizde Yanya’nın dinleyicilerine önce rengarenk çiçekler verdiğini, bir sonraki şarkıda ise elektro gitarı üzerindeki birkaç parmağıyla o çiçekleri kolayca soldurduğunu fark ediyorsunuz.
11 – Sudan Archives / Natural Brown Prom Queen
Amerikalı kemancı, söz yazarı, vokalist Brittany Denis Parks a.k.a Sudan Archives, çok yönlü sanatsal statüsünü teyit ettiği için ikinci albümüyle karşımızda. Parks, Natural Brown Prom Queen ile kendisinin deneyimleriyle iç içe geçen temaları araştırıyor ve genç, siyahi, kadın, sanatçı, şehvetli, kariyer odaklı ve sosyal bir birey olmanın birbiriyle çelişen baskı ve arzularını irdeliyor.
Her şarkıda müzikler durmaksızın değişiyor. Albüm Home Maker ile diskotik bir açılış yapıyor, Farsça esintileri kolayca yakalayabileceğiniz karma melodilerle dolu NBPQ (Topless), Selfish Soul ve ChevyS10 gibi R&B baladlarına ve FLUE gibi soul parçaları barındıran albümde funk, elektro, hip-hop, caz janralarını aynı potada eriten Parks, imzası olan keman virtüözlüğünden bir dokunuşla tüm müzikal çeşitliliğe ve bağımsızlığa rağmen 18 parçalık albümü boyunca çok çeşitli türleri keşfetmesine rağmen uyumlu kalmayı başarıyor.
10 – Mall Grab / What I Breathe
Derin bir nefes alıyoruz ve müziğin Mall Grab için ne anlamana geldiğini keşfediyoruz.
Mall Grab ile ilk tanışmam bir arkadaşımın tavsiyesi üzerine, yanlış hatırlamıyorsam Boiler Room Paris performansıyla oldu. – Teşekkür, minnet- Bir etkinlik öncesi evde hazırlanırken arka planda warm up set olarak açtığı bu Avustralyalı arkadaşımız, müzik seçkisi, geçişleri ve enerjisi ile tertemiz akıyordu. Daha sonra diskografisine daldım, Primavera’da denk geldim derken gönlümü çoktan kazanmıştı ki bu yılın sonunda What I Breathe albümünü yayınladı. Hem de yılın en iyi albüm kapaklarından biriyle…
Kendinden emin bir çıkış albümü olan What I Breathe, iyi bir prodüktörden beklenen tüm özelliklere sahip. 28 yaşındaki Grab, dans müziğinin farklı türlerini bir arada harmoni içinde sunarken bize kendi müzikal yolculuğunun perdesini açıyor ve kişisel ilerlemesini mix’leriyle aktarmayı başarıyor.
Grab, bir röportajında albümü için “İçinde house, jungle, drum & bass gibi farklı alt janra unsurları barındıran, duygusal melodilerle harmanlanmış, kulüp müziği” diyor. İlk bakışta yüzde bi “Ne alaka?” ifadesi olsa da albümü bütün olarak ele aldığınızda asla çorba hissi vermiyor… Bir nevi Daniel Avery’in Drone Logic’i gibi…
9 – İbibio Sound Machine / Electricity
Londra merkezli elektronik afro-funk grubu Ibibio Sound Machine 4. albümleri Electricity ile yılın en heyecan verici albümlerinden birine imza atıyorlar. 12 şarkılık albüm Lagos ve Londra arasında adeta mekik dokutan müzikal referanslarıyla yılın benzersiz işlerinden biri olarak öne çıkıyor.
Albüm, Nijerya asıllı Eno Williams‘ın gücünü synthlerinden alan Protection From Evil ile güçlü bir çağrıyla açılıyor ve dinleyicileri beklenmeyen bir yolculuğun ipuçlarını veriyor.
Albüm herkesi dans ettirmeye and içmiş beat’lerle doluyken, Oyoyo gibi grubun köklerini yansıttığı daha geleneksel sayılabilecek şarkılardaki Afrika ritimleri ve caz nüansları dansın sadece beat’lere emanet olmadığının altını çiziyor.
Grubun enstürmanlarla ilgili köklü yeteneklerine ek olarak, bu albümde net bir şekilde fark edilen keskin synthpop etkisinin arkasında synthpop’un yaşayan efsaneleri Hot Chip’in olduğunu görüyoruz. Tüm bu unsurlar bir stüdyoda bir araya geldiğinde sanırım Afrofuturizmin müzikal örneğiyle karşılaşıyoruz.
8 – Little Simz / NO THANK YOU
Sürprizlerden bahsetmişken, bu yılın sürpriz albümü Little Simz ‘den geldi, NO THANK YOU! Yayınlanmadan 1 hafta kadar önce fanlarına yeni albüm müjdesini veren Simz’in yeni çalışması derin, abartısız ve çok güçlü.
NO THANK YOU, Little Simz’in mütemadiyen “underrated” olarak anılmasından tutun da albümlerinin bağımsız plak şirketlerinden çıkmasından dolayı turnelere çıkamamasına kadar medyaya ve sektöre sektöre karşı isyanlarına ev sahipliği yapıyor. Sorgulayıcı, motive edici ve her şeyden önce durdurulamaz yazma yeteniğiyle kendi deyimiyle “dürüstlüğün normalleştirilmediği” bir sektörde kurumsal hırsızları beslemeye “NO THANK YOU” diyor.
Kendrick Lamar’ın “Untitled Unmastered” albümündeki gibi rahatlık ve özgür olma hissinin sonuna kadar veren İngiliz genç sanatçı; gospel, soul ve rap ‘i harmanlayarak bir söz yazarı ve siyahi kadın rapper olarak modern rap dünyasındaki gücünü perçinliyor.
Albümün prodüktörlüğünü bir kez daha Sault’un beyni Inflo’nun–bence bu yılın tartışmasız en başarılı prodüktörü- üstlendiği No Thank You’da bazı şarkılarda Sault’un sözlerine hayat veren, Simz’in de uzun yıllardır işbirlikçisi Cleo Sol’un sesini duyuyoruz.
7 – Arctic Monkeys / The Car
Bu yıl insanlar ikiye bölündü. The Car’ı beğenenler ve hayal kırıklığına uğrayanlar. Arctic Monkeys’in gösterişli rock soundunu özleyen ve ısrarla bekleyen, değişimin her türlüsüne karşı olan fanları için The Car beklentilerin oldukça altında, yetersiz bir sound olarak yorumlanırken; benim gibi grubun 2018’de yayınladığı Tranquility Base Hotel & Casino‘da yaptığı gibi heyecan verici bir Bowie-esque dönüşümünü devam ettirmesine sevinen dinleyiciler için orkestral yaylılar ve retro klavyelerle parlayan The Car; yağmurlu bir havada biraz nostaljik, biraz erotik bir akşamın melankolik eşlikçisi olarak yılın en içi albümlerden biri oluyor.
Alex Turner gerçekten her nesilde birkaç tane gelen söz yazarlarından biri ve bu albüm de onun beyninin bir diğer cömert hediyesi gibi. The Car ile Turner asla var olmamış bir geçmişe ait yıldızlı müzikle duygunun derinliklerine ve inceliklerine iniyor ve aşkta şanssız ve sanatı konusunda kararsız olan, dünyadan bıkmış bir romantik rolü oynayarak rock yapmaktansa, sakince sözlerini söylemeyi tercih ediyor. Kim ne derse desin The Car’ın yavaş temposu ve Turner’ın kelime oyunlarıyla dolu sözleri hala aynı etkiyi hissettirebiliyor.
6 – The Weeknd / The Dawn FM
Bu yılki hip-hop / r&b starlarının club müziği yapma furyasının sebebinin, The Weeknd olduğuna inanıyorum. Pandeminin tamamen hayatımızdan çıkışının ilk zamanlarında, henüz bu yılın ilk günlerinde sessiz sedasız yayınlanan Dawn FM, seyahat edemediğimiz, müzik etkinliklerinin gerçekleştirilemediği günlerden sonra mutlu hissetmenin, dans etme isteğinin ne demek olduğunu hatırlatan kayıtlardan biri oldu.
Kendi tabiriyle Araf’ta radyo dinleme deneyimi sunan Dawn FM, 52 dakika süren 16 şarkıdan oluşuyor ve 70’ler, 80’ler ve 90’lar müziği ve stilden ilham alıyor. Söz yazımı açısından bi House of Balloons değil belki, ancak enstrümantal ve teknik açıdan The Weeknd ‘in diskografisinde üst sıralarda kendisine kolayca yer buluyor.
Tesfaye’nin melankolik sözlerine hayat veren yüksek ritimleri “crying inthe club” tarzını çok iyi yansıtıyor. Albüm kapağında yaşlandırılmış bir The Weeknd gördüğümüz Dawn FM, Tesfaye’nin fake İngiliz aksanınından tutun da komik radyo reklamları ve Jim Carrey ve Michael Jackson sample’ları gibi ince düşünülmüş yer yer komik, çoğu zaman eğlenceli sürprizlerle dolu her açıdan oldukça zengin bir albüm.
Eğer araf böyle bir yerse, cennet abartılıyor diyebilir miyiz?
5 – Gabriels / Angels & Queens Part 1
Geçtiğimiz yıl yayınlanan ve yılın gizli hitlerinden biri olan Love and Hate In Different Times ‘ın yaratıcıları Los Angeles çıkışlı trio Gabriels, semfonik soul tarzındaki ilk albümleri Angels & Queens Part One ile yılın en dikkat çekici albümlerinden birine imza atıyor ve sektörün yeni büyük oyuncularından biri olduğunun müjdesini veriyor.
Jacob Lusk’ın vokali ile kutsanmış gospelin sinematik bir varyasyonunu andıran yedi şarkılık bu çıkış albümü Gabriels’in önceki teklilerinde ortaya koydukları standartları ve müzikaliteleriyle Sault’u hatırlatıyor.
Bir yolculuğun ilk yarısı olan albüm yalnızca 7 şarkıdan oluşuyor ve 30 dakika kadar sürüyor. Zaten ihtiyacınız olan tek şey güçlü, konsantre yarım saatlik bir doz. İkinci albüm veya ikinci yar, siz nasıl seslenmek isterseniz, Mart 2023 yayınlanıyor.
4 – Born Under A Rhyming Planet / Diagonals
Benim için yılın en büyük keşfi Diagonals ile Jamie Hodge oldu. Diagonals, Jamie Hodge’ın 90’larda başlayan kariyerinin, Born Under A Rhyming Planet adı altında, DDS etiketiyle yayınlanan ilk albümü.
Chicago’da caz aşığı bir ailede dünyaya gelip, müzikle iç içe bir ortamda büyürken müziğe biraz ilgili olan her genç gibi amatör bir rock grubu kurarak davul, klavye gibi enstürmanlarla Joy Division -tabii ki- ve Ministry parçaları çalarak büyümüş. Lokal bir plak dükkânı sahibiyle arkadaş olduktan sonra, bir gün şans eseri Chicago’lu post-rock grubu Gastr Del Sol üyeleriyle tanışıp, grubun albüm provalarını izlemesiyle daha yüksek tempolu soundlara ilgi duydumaya başlıyor.
Fakat Hodges’ın tam anlamıyla müzikal dönüşümü 1991 yılında Diagonals’ın albüm kapağında gördüğümüz arkadaşının, Richie Hawtin’in plak şirketi Plus 8’in 1991 yılında yayınlanan ilk derleme albümü From Our Minds to Yours Vol1 ‘ı dinletmesiyle gerçekleşiyor ve Hodges kendisini önce Chicago kulüp kültürünü, ardından Avrupa teknosunu keşfetmeye başlıyor.
1993’te yayınladığı teklilerle Chicago underground komunitesinde büyük ses getiren Hodges, üniversiteleri gezerken hayranı olduğu Richie Hawtin ‘i ziyaret ediyor ve Plus 8 etiketiyle birkaç tekli yayınladıktan sonra tam da müzik endüstrisi yüzünü indie rock’tan elektronik müziğe çevirmeye başladığı zamanlarda albüm fikrinden vazgeçiyor. Bir röportajında sahnedeki heyecan ve o pisti kasıp kavuran enerjinin müzikte sevdiği şeyleri aşındıracağından korktuğunu söyleyen Hodges daha sonra Sheer Magic isimli bir DJ grubuna katılarak daha alternatif bir yerden müziğine hala devam ediyor.
Bugün ise arşivlik bir derleme olan Diagonals, Hodge’un 15 yıldan fazla süregelen çatışmalarından, denemelerinden, başarı ve başarısızlıklarından ve sayısız işbirliğinden doğan; robotik davullar, melodik ama ambient Detroit tekno ritimleri, down caz melodileri ve sabır sınayan deneyse soundlar ile farklı caz formlarını keşfediyor.
Diagonals kesinlikle ne dinlemesi ne hazmetmesi kolay bir albüm değil, ancak bir kez içine girdiğiniz zaman zenginliğinden başınızın döneceğine eminim.
3 – The Smile / A light for Attracting Attention
Pandemi, bitmek bilmeyen bir salgın, savaşlar, enerji sıkıntısı, tedarik zinciri kıtlıkları ve altı yıllık yeni Radiohead müziği kuraklığının harap ettiği bir dünyada doğan The Smile, en azından sorunlardan bir tanesine çözüm olabildi. Radiohead, ama biraz daha farklısı…
Maestro Thom Yorke ve Radiohead ‘ın atardamarı Jonny Greenwood’a katılan Sons of Kemet’in davulcusu Tom Skinner ile tamamlanan The Smile’ın stili ve karizması tıpkı Radiohead olduğu gibi Thom Yorke’un kendine özgü, karakteristik ve biraz da kibirli vokallerinde ve pek tabii melankolik lirizminde bir temel buluyor.
A light for Attracting Attention ister istemez Radiohead çağrışımlarının yapsa da özellikle Yorke ve Greenwood’un yeni dünyalar keşfettiği, özgürce dolaştığı eklektik ve özgün bir albüm. Hatta belki Yorke’un Radiohead dışındaki en iyi yan projesi bile olabilir.
Öyle ki kolektif korkularımızından beslenme ve onları birer sanata dönüştürme konusunda her zaman başı çeken Yorke; A light for Attracting Attention ile caz, progressive rock, Afrobeat ve hatta Tom Skinner ‘ın The Smoke ve Thin Things ‘deki gibi sıra dışı ritimleriyle art-rock’a kadar uzanan bir çeşitlilikte bazen daha önce hiç duymadığımız distopik evrenlerde süzülüyor.
Radiohead ‘in sessizliği ne zamana kadar sürecek bilmemiyoruz ancak The Smile, özgür, sürprizlerle dolu, çok iyi craft edilmiş bir çıkış albümüyle ağzımıza bir parmak bal çalıyor.
2 – Sault / 11
Londralı gizemli müzik kolektifi Sault, bu yıl tam altı albüm yayınladı. Biraz senfonik biraz çağdaş klasik diyebileceğimiz Air yılın ilk albümü oldu. Diğer beş tanesini ise Tanrı’ya bağış / adak mesajıyla, bir Kasım akşamı yine sınırlı zaman için (5 gün) ücretsiz indirilebilir olarak web siteleri üzerinden paylaştılar.
(Daha Sault bir hareket olabilir miydi, sanmam.)
Bu 5 albüme baktığımızda Aiir, adın da anlaşıldığı gibi, orkestral tarzıyla Air’i takip ederken; Earth kökenlerine inen Sault’un koro unsurlarını Afrika ritimleriyle harmanlayarak dinlecilerine sunduğu bir albüm olarak öne çıkıyor. Today & Tomorrow, 70’lerden vintage funk ve rock referansları verirken, neo soul – funk tarzıyla (Untitled) God ve özellikle 11, birçok açıdan Untitled (Black) ve hatta afro esintileriyle Nine’ı oldukça andırıyor.
Sault’un başarısında bu kolektif bir yapının etkisi aşikâr. Ancak tüm albümlerin prodüktörlüğünü üstlenen Inflo’ya ayrı bir parantez açmak gerekiyor.
Dönemin kesinlikle en yetenenekli müzik insanlarından biri olan Dean Josiah Cover yani Inflo, the Kooks ile başladığı kariyerine Sault’tan önce Little Simz, Michael Kiwanuka, Jungle ve Cleo Sol albümleri sığdırmış ve Adele’in üç şarkısında da imzası bulunuyor.
Inflo, Cleo Sol ve Little Simz muhteşem üçlüsü ve daha kim bilir daha hangi isimlerin katkısıyla funk, dub, orkestral, neo-soul, R&B, gospel, senfonik gibi birbirinden oldukça bağımsız bunca janra ve müzikal unsurun bir arada kullanıldığı bu albümlerin inanılmaz bir kalite standartı yakalanmış olması çok heyecan verici.
Sault’un bu yıl ortaya koyduğu 6 albüm arasında benim 5 yıldızlı favorim 11, fakat eminim herkes kendi beş yıldızlı albümünü bulabilir.
1 – Kendrick Lamar / Mr. Morale & The Big Steppers
Kendrick Lamar’ın global sansasyonu DAMN’in üzerinden 5 yıl geçtikten sonra yayınladığı yeni albümü Mr. Morale & The Big Steppers daha önceki hiçbir Lamar albümüne benzemiyor.
Grammy ve Pulitzer Ödüllü bir söz yazarından beklenebileceği üzere, Mr. Morale & The Big Steppers kesinlikle sıradan bir dinleme deneyimi için tasarlanmamış, karmaşık, bir o kadar DA samimi dizelerden oluşuyor. İki diskten oluşan albümdeki şarkılar artık iki çocuk babası olan Lamar’ın nesiller arası aktrarılan travmalardan tutun da sözde sex bağımlılığı, toksik erkeklik, trans hakları ve babalıkla mücadelesine kadar bir dizi baş döndürücü konuyu ele alıyor.
Mr. Morale & The Big Steppers yaşayan en büyük rapçilerden birinin ham ve filtrelenmemiş düşünceleriyle dolu. Lamar, savunmasız, makyajsız ve zaman zaman dinleyenleri şok edecek şekilde politik olarak yanlış ve hatta oldukça cahil olan bu düşüncelerini müzikle hayat verip onu dinleyen milyonlarla açık terapi seasındaymış gibi ifade etmekten çekinmiyor.
Prodüksiyonlar da tam olarak bu sıkışmışlığını yanısıtıyor. Rap dünyasının kurallarını değiştiren albümlerden sonra To Pimp A Butterfly’daki tatlı caz dokunuşları ve DAMN’in tertemiz sağlam beatlerinin yerini aksak ritimler, dağınık piyano dizeleri, farklı notalardan söylenen vokaller, panik atan hissi yaratan synth’ler bırakıyor ve dinleyenlerin de tüm o endişe, gerilim ve rahatsızlığı hissetmesi sağlıyor.
Mr. Morale & The Big Steppers, mükemmeli aramıyor, uyumluluğu reddediyor ve kusurlarını kasıtlı olarak olduğu gibi orada bırakırken Kendrick Lamar’ın kariyerindeki en iyi ve en kötü şarkılarından bazılarını içeriyor.
Yorumlar