Bazıları anın gerçeküstülüğünü bize geri yansıttı. Bazıları diğer insanları yeni şekillerde görmemizi için pencereler açtı. Bazıları da hayattan daha büyük hikayelerle gerçeklerden kaçmayı teklif etti. Kısaca söylemek gerekirse 2022’nin film ve dizileri, insanın gerçeklerini kurgu yoluyla ortaya çıkaran harika seyirlikler sundu. Fırtınadaki bizlere sığınak teklif etti.
Aşağıdaki listede senenin en etkileyicilerini sıraladık. Hepsi bizi harika şekilde işlenmiş alternatif dünyalara taşıdı. Onlarla birlikte şatafatlı tatil yerlerine, mutfaklara, korsan gemilerine misafir olduk. Fakat her şeyden önce, bu koca senenin kaosuna bir düzen kattıkları için onlara teşekkür ederiz.
Yaklaşık yarım saat süren ve malesef ki sadece sekiz bölümden oluşan The Bear, komedi ve gerilimin kol kola girdiği sürükleyici bir cümbüş. Bu yılın en iyi sürpriz hiti olan dizi, Chicago’da bir aile restoranını merkeze alıyor. Yemek, aile ve mutfağın kaotik yoğunluğunu inci gibi işleyen dizi sizi kahkahalara boğduğu kadar kalp krizi geçirtecek kadar gerebilir.
The Essex Serpent, ilk bakışta klasik bir Viktorya dönemi gotik masalı gibi görünebilir, ancak dizinin temaları ve karakterleri, Essex’in karanlık mitlerine ve tarihine sıkı sıkıya bağlı oluşuyla masalsı bir izleme sunuyor.
Sarah Perry’nin 2016 tarihli aynı adlı romanından uyarlanan dizi, efsanevi bir yaratığın ortaya çıktığı söylentileriyle paleontolog olma hayalinin peşinden gitmeye karar veren Cora Seaborne’un hikayesini anlatıyor.
Wyoming’de geçen “doğaüstü” Western dizisi, Amazon Prime’daki prömiyerinden kısa bir süre sonra zirveye yükselmişti. Haksız bir yükseliş değil bu. Öyle ki dizi, bilim kurgudan neo-Western’e, gizemden gerilime kadar her şeyi kapsıyor ve daha önce gördüğümüz hiçbir şeye benzemeyen büyüleyici, benzersiz bir hikaye yaratıyor.
Şakalar daha komik, karakterler daha gelişmiş ve konu daha da zengin. İyi bir komedinin duygusal ağırlığa ihtiyacı varsa, bunun en güzel örneğini Hacks’in ikinci sezonunda sunuyor diyebiliriz.
İkinci sezonla birlikte The White Lotus, televizyonun en iyi ‘guilty pleasure’larından biri olmaya devam ediyor. Dizinin her bölümü, farklı bir karakteri veya performansı ortaya çıkarmasıyla da cezbedici. Ancak şovun işe yaramasını sağlayan ve sabit kalan tek şey, lüks tesisin kendisinin saçmalığı.
Yine de The White Lotus yeni sezonunda önemli bir gelişme kaydediyor; yerel halka daha fazla odaklanarak çok daha etkili ve incelikli bir sosyal hiciv seyri sunuyor.
Gerçek bir hikayeye dayanan The Staircas, suç romanı yazarı Michael Peterson’ın (Colin Firth) ve karısı Kathleen Peterson’ın (Toni Collette) şüpheli ölümünü konu ediyor. Mini TV dizisi, 2001 yılında Kathleen’in, Kuzey Karolina’daki evinde merdivenlerin dibinde ölü bulunması ve Michale’in karısını öldürmekle suçlandığı 2003’teki cinayet davasına odaklanıyor.
Under the Banner of Heaven izlemesi zor bir dizi. Zira, 1984 yılında genç bir kadın olan Brenda Lafferty ve 15 aylık kızının acımasızca öldürülmesiyle başlıyor. Jon Krakauer’in aynı adlı kurgusal olmayan kitabından uyarlanan dizi, karakter odaklı anlatısı, ambiyansı ve gerçekçi ürkütücülüğüyle izlemesi zor olsa da izlenmesi gereken bir dizi.
Stranger Things’in benzersiz başarısı, 4. sezonun dizinin bugüne kadarki en büyük ve en etkili sezonu olduğunu gösteriyor. İzleneme rekorları kırmasının yanı sıra kasveti ve korku janrının köklerine dönüşüyle yine kalplerimizi kazananan bir anlatım yakalamış dizi. Yine de bu sezonda net bir mesaj var – mecazi iblislerle değil, geçmişteki travmalarla yüzleşmek.
Obi-Wan Kenobi birçok kişi tarafından taşa tutuldu. Ancak tüm bu olumsuzluklara rağmen dizi, Disney’in Star Wars’u satın aldığından beri ürettiği en iyi TV programı olmayı başardı. Özellikle heyecan dozu yüksek sonu, dizinin en iyi bölümüydü ve Disney’in Darth Vader’ı isterse çok iyi şekilde resmedebileceğine dair umut ışığı saçtı.
Bu dizinin bütün “2022’nin En İyi Şovları” listesinde olmasının bir nedeni var ve kesinlikle bir ton ödül için aday gösterilecek! Adam Scott, harika iş çıkaran, harika bir oyuncu kadrosuna liderlik ediyor. Severance, size daha fazlasını istetecek kadar orijinal bir dizi
Başrolü tek başına omuzlayan Amy Schumer, dizinin yazarlığı, yönetmenliği, yapımcılığı ve yaratıcılığı dahil her ayağında bulunuyor. Schumer’ın romantik ve mizahi kaleminden çıkan bu kara komedi yüzünüzde bir tebessüm bırakırken gözyaşlarına boğlumanıza sebep olabilir.
Beth Macy’nin aynı adlı kurgusal olmayan kitabına dayanan sekiz bölümlük drama, opioidin korkunç etkilerini inceliyor. Opioid salgını ve bunun Appalachian bölgesi üzerindeki etkisi hakkında kapsamlı yazılar yazan gazeteci Beth Macy ile biz de olaylara dahil oluyoruz.
The Offer, Michael Tolkin tarafından yaratılan, Francis Ford Coppola’nın Paramount Pictures için dönüm noktası niteliğindeki New York gangster filmi The Godfather’ın (1972) yapımı hakkında biyografik bir mini dizi. Hikaye olaylara ve anekdotlara dayansa da genel hatlarıyla kurgu olduğunu hatırlatmakta fayda var.
Orta yaş bunalımına giren bir mimar, ailesinden gizli bir punk hayatı yaşamaya kalkışırsa neler olur? Üstelik bu ailenin her bir üyesi kendi kriz dolu hayatlarıyla boğuşurken. Onur Saylak ve Hakan Günsay ikilisinde de böylesi çarpıcı bir içerik beklenirdi zaten.
Bu durgun, dramatik dizi, karanlık dünyaların hayranları için pek çok gotik zevk sunuyor. Sevilen çizgi roman serisini uyarlamada ustalık sergileyen Sandman, sadık hayranlarını memnun edecek kadar orijinal malzemeye sadık kalmış.
Dizinin, “Hepsine Hükmedecek Tek Bir Şov “olmadığı kesin. LOTR hayranları diziyi öylesine taşladılar ki, bir taş da biz atmayalım. Güç Yüzükleri’nin birçok sıkıntısı var, ancak kabul etmeliyiz ki Orta Dünya’nın derinden hissedilen sunumuyla izleyeni büyülüyor.
The Old Man kesinlikle izlemeye değer bir casus gerilimi! Jeff Bridges her zamanki gibi müthiş bir iş çıkararak 72 yaşında oluşuna bizi hayret ettiriyor. Dizide Bridges’ten rol çalan köpekler akla az da olsa John Wick’i getiriyor.
Andor sadece Star Wars standartlarına göre iyi değil, aynı zamanda yılın da en iyi şovlarından biri. Rogue One ve Battle of Yavin’den beş yıl önce geçen Andor’un ilk sezonu, bildiğimiz Star Wars’ı algılarını değiştiriyor.
Konusu bazen karmaşık hale gelebilse de, dünya inşası ve ana karakterleri Peripheral’ı izlemeye değer kılıyor. “Siber uzay” teriminin ilk kullanımı da dahil olmak üzere, siberpunk alt kültürünü bugünkü haline getiren yazar olarak kabul edilen Gibson’ın aynı adlı romanından uyarlanan bilim kurgu, senenin en iddialı yapımlarından.
Black Bird belki bu listenin en iyi dizisi değil ama büyüleyici bir hikaye, güçlü performanslar ve karamsar, rahatsız edici havasıyla insanı içine çekmeyi başarıyor. Kızları avlayan ve akıl hastalığı nedeniyle gerçeklik algısı bozulmuş seri katil Larry Hall’un gerçek hikayesini anlatan dizinin şiddet dozayı bir hayli yüksek.
Ne yazık ki 5. sezon, yalnızca Kraliçe Elizabeth’in saltanatındaki düşüş noktasını anlattığı için değil, düşük performanslı oyuncu kadrosu nedeniyle de adını lekeledi. The Crown hala muhteşem anlar sunuyor, ama sanki hikaye günümüze yaklaştıkça ışıltısının bir kısmını kaybetti.
Senenin en heyecan verici yapımlarından olan House Of The Dragon, orijinal serinin tüm derinliğini ve karmaşıklığını tam olarak yakalayamıyor belki; ancak epik Westeros dünyasına mükemmel bir dönüş yapıyor.
Wednesday, Burton’ın gotik estetik tarzıyla daha lezzetli bir karakter haline geliyor. Jenna Ortega’yı sektördeki en iyi gelecek vaat eden aktrisler arasına sokan dizi Addams Ailesi’ni modern çağa öyle bir getiriyor ki dizi hiç bitmesin istiyorsunuz.
Pam ve Tommy’de tasvir edilen olaylardan kaç tanesi gerçekten yaşandı? Bazı önemli kaynaklara göre (şovun dayandığı 2014 Rolling Stone makalesi ve Tommy Lee’nin otobiyografisi Tommyland’den bazı alıntılar dahil), Pam & Tommy şaşırtıcı bir şekilde gerçek hayata sadık kalan bir dizi, bu da onu izlemeye değer kılıyor.
Ozark’ın son sezonu yine çok hızlı! Etkileyici performanslar, kusurlu ilişkiler ve şok edici ölümler tam gaz devam ederken, Wendy’nin yetiştirilme tarzını daha fazla keşfederek çocukluk çağı travmasına misafir oluyoruz.
Euphoria daha ilk sezondan efsaneler arasına girmişti. Fakat, ikinci sezon diziyi bambaşka bir boyuta taşıdı. Duygusal bağlar ve insan çatışmalarını ağ gibi ören tutarlı senaryosu ile Euphoria 2. Sezon o kadar iyi ki, bölüm başına izleyici sayısını neredeyse iki katına çıkardı.
Love, Death and Robots’un üçüncü sezonu önceki sezonları kadar keyifli olmaya devam ediyor. Tek konu yani ikinci sezon’dan daha az bölüme sahip olması.
Inventing Anna eğlenceli, merak uyandıran ve son derece bağımlılık yapan bir yolculuk vaad ediyor. Netflix’in gerçek olaylara dayanan mini dizisi, N.Y.C’de yaşarken Anna Delvey adında zengin bir Alman varisi kılığına giren dolandırıcı Anna Sorokin’in gerçek hikayesini anlatıyor. Dizi daha da izlenilesi kılan şey ise, Julia Garner, Anna Delvey rolündeki kusursuzluğu.
Moon Knight, altı bölümlük eğlenceli bir hikaye anlatıyor. Birkaç bölümünde tempo düşse de kendini hemen toparlayan dizi Oscar Isaac’in harika oyunculuğuyla dolu. Kahramanımızın düello halindeki kişiliklerini Isaac zahmetsizce hayata geçiriyor.
Roar için, “Black Mirror”ın feminist bir eğilime sahip, yıldızlarla dolu versiyonu diyebiliriz. Bu antoloji serisi Cecelia Ahern’in kısa öykülerinden oluşan bir kitaba dayanıyor. Roar, Glow’dan tandığımız Carly Mensch ile Liz Flahive’s tarafından yaratıldı.
Undone’un ilk sezonu kasıtlı bir belirsizlikle sona ermişti. İlk sekiz bölüm boyunca dizi, gerçek olanla olmayan arasındaki çizgide yürüdü ve sonunda hiçbir şeyi doğrulamadı. Ölen babasıyla temasa geçen Alma (Rosa Salazar), babasının ölümünün gizemini çözmeye çalışırken zamanın içine girip çıkıyordu. Finalde, bunu yapıp yapamayacağından – hatta Alma’nın gerçekten zamanda yolculuk yapıp yapmadığından emin değildik.
Ancak ikinci sezonda Alma yeni bir meydan okumayla karşı karşıya kalarak izleyiciye de beklediği bazı cevapları veriyor ve Undone’u bir kadının akıl sağlığının keşfinden nesiller boyu süren bir destana dönüştürüyor.
Atkinson ve William Davies tarafından yaratılan dizinin konusu oldukça aşikar; bir adamla arının savaşına tanıklık ediyoruz. David Kerr tarafından yönetilen dizi, her biri 10-19 dakika arasında değişen 9 bölümüyle aslında bir film gibi tek seferde de yutulabilir.
Nathan Fielder tarafından yaratılan, yazılan ve yönetilen dizinin başrolünde yine Fielder’in kendisi var. Ayrıntılı canlandırmalar ve provalar aracılığıyla hayatın temel zorluklarına hazırlanan sıradan insanlar hakkındaki realite-komedi dizisi tam çıtır çerezlik.
Big Mouth’un altıncı sezonu şehvetli ve komik olmaya devam ederken rotasını biraz daha duygusal bir yöne doğru kırıyor. Şovun her zaman bir müzikal unsuru vardı, ancak 6. sezon, müzik unsurunu daha fazla öne çıkarıyor.
Keskin şakalar ve karakter tasvirleri tek başına diziyi bir keyif unsuru haline getiriyor. Abbott Elementary, ABD eğitim sistemine yönelik sempatik ancak ciddi eleştirisiyle dizi severlerden yüksek notları almayı başarıyor.
Bad Sisters, yeni ve harika bir komedi arayışındaysanız mutlaka şans vermeniz gereken bir dizi. Komik, zekice, hem sert hem cana yakın, harikulade yaratıcı bu dizide cinayet desen var gizem desen var, biraz da İrlandalı’nın karanlık atmosferi var. Bad Sisters’ın asıl çekiciliği, izlerken kendinizi Garvey kardeşlerden biri olmak isterken bulmanız.
The Watcher, Reeves Wiedeman’ın ilk kez 2018’de yayınlanan New York Magazine/The Cut makalesinde ayrıntılarıyla anlatılan olaylardan ilham alıyor. 2014’te 657 Boulevard’ı satın alan Derek ve Maria Broaddus çiftinin gerçek hikayesini anlatan dizi keyif verici bir gerilim olmayı başarıyor.
Dizi, bir terapisti kaçırıp özel terapi için bodrumuna kilitleyerek karanlık dürtülerinden kurtulmak isteyen sıra dışı bir katil hakkında.
Domhnall Gleeson’ın sorunlu bir seri katil olarak inanılmaz derecede inandırıcı olmasının yanı sıra terapisti olarak Steve Carrell ile olan kimyası da etkileyici. Yine de hikayenin kendisi özellikle etkileyici. Yeni veya şaşırtıcı değil belki, ancak karakter oluşturma ve sürekli gerilim dozajıyla bir beklenenin fazlasını sunuyor.
Yeni Julian Fellowes dönem draması The Gilded Age, olumlu ve olumsuz olarak, selefi Downton Abbey ile karşılaştırılabilir. Dönem draması söz konusu olduğunda, Julian Fellowes’un yeni dizisinin türün geleneklerine mükemmel şekilde sadık kalıyor olması pek de şaşırtıcı değil. Bir dönem dizisinden beklediğiniz her şeyi ve daha fazlasını Gİlded Age’d bulabilirsiniz.
Güçlü, duygusal açıdan dürüst, yer yer komik olsa da yürek burkan bir tarafı da var. Kısacası, otizm spektrum bozukluğu olan üç oda arkadaşının kafa karıştırıcı yetişkin yaşamlarında yön bulmaya çalışmasını konu alan bu dramı tek kelimeyle çok güzel.
Triangle of Sadness, çağdaş toplumun ekonomik sistemlerini ve hiyerarşideki kendi konumunuzla gelen ayrıcalıkları sorgulayarak, izleyicilerine içinde bulundukları sosyal grubun üstesinden gelip gelemeyeceklerini veya sonsuza kadar onun sınırlamalarına bağlı olup olmadıklarını sorgulatıyor.
Spielberg’in ergenliği ve bir film yapımcısı olarak ilk yıllarından ilham alan yarı otobiyografik bu hikaye, gelecek vadeden genç bir film yapımcısı olan kurgusal karakter Sammy Fabelman’ı merkeze alıyor. Film izleyiciye kendisini sevdirmekte başarısız olmuyor ve Spielberg’in 50 yıl sonra hala oyununun zirvesinde oluşunu gözler önüne seriyor.
The Banhees of Inisherin, İrlanda İç Savaşı’nın sinematik bir metaforu. Sadece çok iyi yazılmış senaryosuyla değil, harika oyunculuklar ve espirili, sımsıcak enerjisiyle de senenin en dikkat çekici yapımlarından olmayı başarıyor.
Heyecan verici, eğlenceli ve dokunaklı; aynı zamanda dağınık, hızlı ve tempoyu yakalayamayanlar için biraz yorucu olabilse de Everything Everywhere All At Once, daha önce eşi benzeri görülmemiş bir film. Everything Everywhere All At Once sizi hayattaki seçimlerinizle ilgili düşündürürken hayatınızdan memnun olmak için risk almanız gerektiğini hatırlatacak.
Brendan Fraser’ın geri dönüşünün yaşattığı heyecanı boş çıkarmayan The Whale’de nihai kaderine boyun eğmiş bir babanın hayattaki başarısızlıklarının varoluşsal eziyetini çekerken izliyoruz. Dram dozajı yüksek olsa da film Fraser’ın dehasına tanıklık etmemizi sağlayarak etkileyici bir seyir sunuyor.
Orijinal Top Gun hafızalara kazınmış, eğlenceli ve aksiyon dolu bir film olsa da, devam filmi Maverick, basit konusu ve net hedefleri nedeniyle çok daha iyi bir film. Bunda teknolojinin gelişimi ve it dalaşı çekimlerinin gerçek pilotlarla üst kalitede kaydedilmesinin etkisi elbette büyük. Film özellikle Amerika’da büyük kitleleri sinemaya çekerek beyaz perdeyi canlandırmasıyla da adından söz ettirmişti.
Tar gerçek bir hikayeye dayanmıyor ama duygusal ve entelektüel bir dürüstlüğe sahip, bu da onu kitlesel tüketim için yapılmış sayısız biyografiden daha gerçek kılıyor.
Elvis herkesin görmesi gereken bir film! En çok beklenen biyografilerden birine nihayet bu sene kavuştuk ve hayal kırıklığına uğramadık. Buz Lurhman’ın masalsi görselliğiyle şaha kalkan filmi her kuşaktan hayran bayılacak.
Dramatik yeteneklere sahip kurnaz dedektif Benoit Blanc (Daniel Craig), Glass Onion isimli Yunan adasında bir “katil kim” partisine davet ediliyor. Partide birisi gerçekten cinayete kurban gidince de bu gizemi çözmek Blanc’a düşüyor. Kısacası, Knives Out’un coşkulu devam filmi Glass Onion’da zenginler daha zengin ve tartışmasız daha korkunç – ya da en azından, daha görkemli ve daha görünür şekillerde berbatlar.
Bu son derece sofistike ve gizemli film, gerilimle dolup taşsa da sonu neşeyle bağlanan sürükleyici bir gerilim filmi.
Başrollerini Jessica Chastain ve Eddie Redmayne’nin paylaştığı gerilim filmi, yoğun bakım hemşiresi Amy Loughren’ın, Amerika’nın en üretken seri katili olduğuna inanılan meslektaşı ve arkadaşı Charles Cullen’ın tutuklanmasına nasıl yardım ettiğini anlatan, hikayesi gerçek bir film.
Bunca yılın ardından Avatar yalnızca teknolojik olarak gelişmiş değil, aynı zamanda içeriği açısından da daha zengin konuları kapsıyor. Irk ilişkilerinden devrim çağrısına, açgözlülük uğruna doğal yaşam alanlarının yok edilmesinden insanların toprağa nasıl davranmayı seçtiklerine kadar birçok konuya değinen film selefi kadar sevilmese de hayran kalınacak ve keyif alınacak bir film.
Filmde seçkin bir restoranda yemek yiyen bir grubun, restoran sahibi ünlü şefin gece bitmeden hepsini öldürmeyi planladığını keşfedişini konu alıyor. Kan sıçramaları, kopmuş parmaklar, havada uçuşan bıçaklar görmeye ve eğlenmeye hazır olun.
Film, güzelliğin ve hayatta başkalarına saçma gelebilecek ama bizi en çok kendimiz gibi hissettiren o özel şeylere değer vermenin öneminin kutsuyor. Anthony Fabian’ın yönettiği film, “Paddington” filmlerindekine benzer havasıyla İngilizlere özgü bir samimiyete sahip.
Şimdiye kadar yaşamış en ünlü kadınlardan birinin iç dünyasına dalsa da bunu sorunlu şekilde yapan film, birçok eleştirmen tarafından taşa tutuldu. Marilyn Monroe’nun gözlerinden onun iç dünyasına inmeyi beklesek de Andrew Dominik’in biyografisi tam tersi bir istikamete dönerek kadın düşmanı bir pencereden acımasız bir anlatı sunuyor.
Taylor Materne ve Will Fetters’ın senaryosundan Jeremiah Zagar tarafından yönetilen filmde Adam Sandler, İspanya’da ham ama yetenekli bir basketbolcuyu (Juancho Hernangómez) keşfeden ve onu NBA’e hazırlamaya çalışan bir yetenek avcısı rolünde oynuyor.
Film, izleyende kesinlikle bir etki bırakacak yoğun, yürek burkan bir hikayeye sahip. Korku ve romantizmden hoşlanan ya da sadece aşkın gücünü hatırlatmaya ihtiyaç duyan herkesin izlemesi gereken bir film. Yine de uyaralım, bu filmde çok fazla kan ve vahşet var, bu yüzden korkak aşıklara göre değil.
Bir iş görüşmesi için Detroit’i ziyaret eden belgesel araştırmacısı Tess (Georgina Campbell), kiraladığı eve geldiğinde, onu cömertçe içeri alan gizemli başka bir kiracı olan Keith (Bill Skarsgård) ile karşılaşır. Çifte rezervasyon yapıldığını düşünen Tess başına geleceklerden habersizdir.
İç Anadolu’da yaşayan bir aileye odaklanan film, Yaşadıkları acı bir kaybın ardından şehre göç etmeye karar veren bir ailenin hikayesini mercek altına alan film 80’li yıllardan günümüze uzanan öyküsüyle film günümüz Türkiyesi ve onun hafızayla ilgili de çok şey söylüyor.
Rose, doğaüstü olduğuna inandığı bir ‘şey tarafından rahatsız edilen bir psikiyatristtir. Bir hastayla yaşadığı tuhaf bir olaydan sonra, yalnızca kendisinin görebildiği açıklanamayan fenomenler yaşamaya başlar.
Senarist ve yönetmen James Gray’ın filmi, 11 yaşlarındayken devlet okulunda yaşadığı bazı sorunlardan sonra özel bir okula gönderilen altıncı sınıf öğrencisi Paul’un yarı kurgusal yarı biyografik reşit olma hikayesini işliyor.
Film, 14 yaşındaki oğlu Emmett Till’in kaçırılıp linç edilmesinin ardından adalet için savaşan aktivist anne Mamie Till Mobley’ın hikayesini anlatıyor.
Boşanmış ebeveynlerin çocuğu olan Sophie, babasıyla Türkiye’de tatile gelir. İskoçyalı yönetmen Charlotte Wells’in ilk uzun metrajı olan film, sıradan anların hatırasına çekilmiş gibi ve basitliğe bir övgü niteliğinde.
Kızını tek başına büyüten genç bir anne olan Sandra (Léa Seydoux), hasta babasını düzenli olarak ziyaret eder. O ve ailesi, ona ihtiyacı olan bakımı sağlamak için savaşırken Sandra, bir süredir görmediği arkadaşı Clément’le (Melvil Poupaud) yeniden bağlantı kurar. Evli olmasına rağmen tutkulu bir ilişki başlarlar. Çocukluk ve ebeveynlik üzerine düşündüren filmin yönetmeni ise Mia Hansen-Løve.
Daha önce gördüğünüz hiçbir şeye benzemeyen ve kendinizi iyi hissettiren bu film, tuhaf bir şekilde yaşamın acı-tatlı anlarını onaylıyor ve bunu yaparken biraz da yürek burkuyor. Bu da onu senenin en iyi filmlerinden biri yapıyor.
Türkiye’nin boğucu derecede ataerkil kırsal kesimindeki küçük bir kasabanın yozlaşmasını anlatan Emin Alper filmi Kurak Günler, bir süredir susuzlukla sınanan, bu sebepten obrukların oluştuğu Yanıklar adında bir kasabada geçiyor ve bu kasabada efkat, neredeyse su kadar eksik. Hikayesini bir obruk etrafında kuran bu etkileyici film, Türkiye’de soyunun tükendiğini düşündüğümüz politik gerilimin en iyi örneklerinden birini sunuyor.
Sessiz, ihmal edilmiş bir kız, işlevsiz ailesinden kaçarak yaz için koruyucu aileyle yaşaması için gönderilir. Onların bakımında çiçek açan bu sessiz kız, bu evde yalnızca huzuru değil keşfedilmemesi gereken bir sırrı da bulur. Colm Bairéad’ın ilk uzun metrajlı filmi The Quiet Girl, empati ve özenle anlatılan, keder, hüzün ve kişinin kendi sesini bulamayaşını anlatan huzurlu bir şiir gibi.
Don DeLillo’nun 1985 tarihli aynı adlı romanından uyarlanan White Noise, Noah Baumbach tarafından beyazperdeye uyarlandı. Bu sıra dışı absürt komedi-drama Baumbach’ın kendi orijinal hikayesine dayanmayan ilk uzun metrajlı filmi olma özelliğini taşıyor. White Noise, kendi faniliğimizden dikkatimizi dağıtmak için gerçeklikle aramızda kurduğumuz engellere mercek tutuyor. Yeni yılı yeni bakış açılarıyla karşılamak için birebir!
On üç yaşındaki iki erkek Leo ve Remi arasındaki yoğun dostluk bir anda bozulur. Ne olduğunu anlamaya çalışan Léo, Rémi’nin annesi Sophie’ye yaklaşır… Close, dostluk ve sorumluluk hakkında bir film. Kendi dozuna yakışır temposu ile gerçekçi portreler sunan film, kesinlikle görülmeye değer.
HBO Max’ten Kimi’nin tuhaf bir hikayesi var gibi görünebilir. Ancak Arkansas’ta yaşanmış gerçek bir yasal davaya dayanana film kurgudan çok daha gerçek. Film boyunca karakterlerin maske taktığı, sosyal mesafe koyduğu ve pandemi hakkında konuştuğu Kimi, pandemi günlerini hatırlatan tarafıyla da yakın zaman nostaljisi yaptırıyor.
Charlie Mackesy’nin popüler çizgi romanından uyarlanan film, dostluk ve arkadaşlığın önemi etrafında dönüyor. Öğrenmek için birden fazla ders sunan ve izleyene, yaşı kaç olursa olsun, kendisinin en iyi versiyonu olması için ilham veren bu kısa film kalbinizi yumuşatacak.
Kazanan karakterler ve ilgi çekici bir hikaye ile Turning Red, büyümenin ve aynı garipliğine mizahi bir bakış atıyor. Film, gerçekten komik ve eğlenceli olmasının yanı sıra kadınlık, dostluk ve aile gibi kavramlar üzerine de düşündürüyor.
Bu içeriğin güncellendiği tarih 08/01/2023 12:16
Leave a Comment