Tiyatro

Linçler ve Dudaklar: Modern Dünyada Benliğin İnşası Üzerine Çarpıcı Bir Oyun

Çirkin oyunuyla adından sıkça söz ettiren Dolkun Production’ın yeni yapımı Linçler ve Dudaklar, 28. İstanbul Tiyatro Festivali ile perdelerini açtı. Halil Babür’ün yazıp yönettiği oyunda Cihat Süvarioğlu (Cemal), Hare Sürel (Selin), İlyas Özçakır (Recep), Onur Gürçay (Fahri) ve Ceren Köse (Leyla) metne öyle sihirli dokunuşlarla can veriyor ki, tüm ekibi ayakta alkışlamamak elde değil.

Tek perdelik oyun 110 dakika boyunca seyirciyi bir saniye olsun dağıtmadan, zamanı su gibi akıtarak ilerliyor ve çıktıktan sonra ruhumda sanki akıcı bir roman okumuşum, vurulduğumu biliyor fakat nereden vurulduğumu tam kestiremiyormuşum gibi, hem dolu dolu hem de belli belirsiz bir hissiyat bırakıyor.

– Spoiler sevmeyenleri burada durdurup oyunu izlemeye davet ediyorum. Spoiler aşıkları ve “Ben çoktan izledim” diyenler, hadi okumaya devam edelim. –

Tanıtım metni, “Hayatta haklı olmak mı, mutlu olmak mı?” diye sorarak başlıyor. Oyunun ana karakteri Cemal, bu sorunun cevabını oyunun içinde veriyor vermesine ama ben bu soruyu biraz daha açmak istiyorum. Linçler ve Dudaklar bana kalırsa modernite ile birlikte gelen kamusal alanın geri çekilmesi, bireysellik ve sahicilik odağının refleksif benlik üzerindeki etkisini çok zekice ortaya koyuyor. Kadıköy’de, eskiden ailesinin yaşadığı bir apartman dairesinde oturan Cemal, komşularıyla hiç etkileşime girmiyor mesela -şikayet geldiğinde bile, toplumsal statüsü daha aşağıda görülen bir “aracı” konumundaki kapıcı (İlyas Özçakır) vesilesiyle, daire numarası gizlenerek iletiliyor. 

Fakat bir oyunda “kapı” varsa, dış dünya mutlaka oradan içeri sızmanın bir yolunu buluyor ve Cemal, ilk bakışta kendisinden oldukça farklı olmasına rağmen, korkmuş ve güzel bir kadını içeri davet ediveriyor. “Muhtaç birine yardım eden Cemal” iyi bir benlik gösterisi, bunu oyun boyunca sıkça gördüğümüz sosyal medya canlı yayınlarında da anlatmayı unutmuyor. Tam da burada Dolkun’a koca bir alkış, canlı yayın anları oyunda gerçeğe öyle yakın işleniyor ki, yayın boyunca gelen yorumlar ve karakterin bunlarla girdiği etkileşimin absürd gerçekliği oyun seyrini bambaşka bir boyuta taşıyor.

Peki Cemal hep çok mu iyi, çok mu yardımsever, çok mu biricik? Geçtiğimiz yüzyıllardan farklı olarak bugün hayatlarımız hem hiç olmadığı kadar bireyselliği merkezine alıyor, hem de sosyal medyayla birlikte korkunç bir etkileşim sarmalına çekiliyor. Birileriyle etkileşime girdikçe, yeni koşullar geliştikçe ve bugünkü benliğimizin dış dünyada ne kadar onaylandığını veya kabul görmediğini fark ettikçe, refleksif olarak benliğimizi yeniden programlıyor ve daha cazip bir versiyonumuzu yaratmaya çalışıyoruz. “Anlayışlı Cemal”, adeta bir Berkun Oya karakteri diyebileceğimiz kapıcı kızı Leyla’dan gelen eleştirileri küçük görüyor ve acısını çıkarabileceği ilk boşlukta acımasızca saldırıyor. “Yaratıcı Cemal” abisinin işlerini küçümserken yayımladığı o tek kitaptan sonra dişe dokunur bir şey üretemiyor ama yine de abisini kendine muhtaç ve kendisini üstün sanmaya devam ediyor. “Yardımsever Cemal” bir kadını kendi alanına alırken gösterdiği incelikli tutumu, kadının alanına girdiğinde üstten gören ve yaralayıcı bir gövde gösterisine dönüşüyor. “Bu devran aptallar için dönüyor ama aptallar döndürmüyor onu” derken, kendisini her nasılsa dünyayı döndürenler arasına bir çırpıda sıkıştırıveriyor. Oysa bu dünya için ne yapıyor gerçekten Cemal? Onu düşünürken kafamda Adamlar – Rüyalarda Buruşmuşum çalıyor.

Sahnedeki “ev” temsili, kamusal alan ya da dış dünya ile kapı, pencere ve (dolaylı olarak) sosyal medya üzerinden bağlantıya giriyor. Kapı, evin dış dünyaya açılan en somut ve fiziksel bağlantısı olarak, karakterin sosyal hayatla olan en doğrudan temasını temsil ediyor. İnsanların eve giriş-çıkış yaptığı bu geçiş noktası, aynı zamanda bir koruma ve sınır görevi de görüyor. Evin anahtarı, bu kapıyı açabilen mutlak güç olarak bir koruma kalkanı yaratıyor ve Cemal abisine dâhi, bu gücü bırakmak istemiyor.

Balkon ve ona açılan pencere, daha yarım bir geçiş sunuyor: karakter evin dışına çıksa da, kamusal alana (bu durumda Kadıköy’ün sokaklarına) tam anlamıyla karışmış olmuyor. Üstelik, ironi bu ya, oturduğu yerden dışarda olan biten her şeye “üstten bir bakış” atıyor. Oyun boyunca pencere ara ara açılıp kapansa da, Cemal yalnızca bir kez kapıyı tamamen açıyor ve dışarıyı içeri buyur ederken kendini balkonda bir taburenin üzerine bırakıyor. Kar yağıyor ve bir sigara yakıyor. Gariptir, bana hâlâ hikayenin en gerçek anı buymuş gibi geliyor. 

Sosyal medya yayınları ise dijital bir kamusal alana geçiş sağlıyor. Evin ışıkları sönüyor, bir başka gerçeklikte Cemal bir yandan iç dünyasını açıkça sergilerken, diğer yandan onu izleyenlerin onayını kazanmak için sahte veya kurgulanmış bir benlik yaratıyor. Sevilmeye ve onaya aç değilmişçesine, kendi küçük dünyasında önemli biri oluveriyor.

Her bir bağlantı alanı, Cemal’in toplumsal etkileşimler, öznel deneyim ve kimlik inşası arasında gidegelen durumunu seyircinin gözleri önüne seriyor. Birtakım hesapları engellemek sözde mümkün olsa da, linç kültürünü engellemek mümkün değil. Dudaklarından çıkan her sözle ona yönelen şiddeti biraz daha besliyor ve en sonunda Cemal deri değiştiriyor: etliye sütlüye karışmayan, popülerizme yenilmiş bayağı bir yayıncıya dönüşüyor.

Diyebilirim ki metin, pek çok perspektiften değerlendirilmeye müsait ve her karakter, üzerine birkaç saat konuşulmaya değer -emeği geçen herkesin ellerine sağlık! Kendinize ruhunuzu doyuracağınız iki saat hediye edin ve bu şahane oyunu kaçırmayın.

 

Leave a Comment
Paylaş
Puder'in Torunu