Bundan yüzyıllar önce bataklık olan Le Marais bölgesi uzun bir tarihe sahip; ve en güzel yanı da artık bataklıktan eser kalmayıp Paris’in belki de en renkli, en yaşanılası sokaklarını barındırıyor olması. Metroda Saint-Paul durağından indiğiniz gibi karşınıza çıkan ilk sokağa girdikten sonra artık Le Marais’nin kalbindesiniz demektir. Şehrin belki de en hip kahve dükkanları, vintage butikleri, tasarım dükkanları bu mahallede yer alıyor. Olur da bir gün Le Marais’ye yolun düştüğünde;
Folks and Sparrows’un baget ekmeğinde enfes pastırmalı, hardallı, turşulu sandviçini,
İyi bir espresso bar arayışına düştüğünde Fragments’ın kapısının önüne oturup espresso içmeyi,
Boot Cafe’nin muzlu-pekan cevizli kekiyle cortadosunu içip karşı konulmaz mavi renkteki dış cephesinin fotoğrafını çekmeyi,
Artéfact’ın doğal çay seçeneklerinden birini alıp sokağa bakan masaya oturmayı, bir yandan da mekandaki sanat kitaplarını incelemeyi,
Place de Vosges’da biraz banklarda biraz çimlerde oturup Le Marais halkıyla iç içe keyif yapmayı,
Saint-Paul-Saint-Louis Kilisesi’ne girip o devasa iç yapıya hayranlıkla bakıp belki biraz da oturup sessizliğin keyfini çıkarmayı,
Sokaklardaki falafelcilerin birinde ayak üstü falafel yemeyi,
Mahallede kocaman bir Uniqlo mağazası var; hazır karşına çıkmışken o müthiş kullanışlı montlardan almayı,
Museé Carnavalet’yi gezip Paris’İn tarihi hakkında bilgi edinmeyi,
Paris’te neredeyse her kruvasan ayrı bir güzel bu yüzden karşına ilk çıkan fırından kruvasan ve pain au chocolat yemeyi
Leave a Comment