Bremen küçük, düzenli bir plana sahip, nüfusu yoğun olmayan mutlu bir şehir. Alabildiğine düz sokakları ve her yere ulaşmayı kolay hale getiren pratik ulaşım ağı ile içinde gezmeyi keyifli hale getiriyor. Bremen’de yeraltında işleyen bir metro sistemi yok ama onun yerine saatleri tıkır tıkır işleyen (çoğu Alman şehrinde olduğu gibi) ve şehrin her noktasına ulaşan tramvay ve otobüsler bulunuyor. Havaalanı da şehir merkezine uzak sayılmayacak bir mesafede ama Almanya’nın her yerinden tren veya otobüsle de Bremen’e ulaşması oldukça kolay.
Weser Nehri boyunca uzanan Bremen, küçük bir şehir olmasına rağmen sahip olduğu fabrikaları ve limanı ile sadece Almanya’nın değil Avrupa’nın da önemli bir sanayi şehri. Yakından tanıdığımız bazı otomotiv, uçak, içecek, gıda gibi kategorilerde markaların üretim fabrikalarının yer aldığı Bremen, bu sanayileşmiş yapısına tezat olarak masalsı binalara, sokaklara ve çok güzel bir doğaya sahip.
Şehrin ana meydanı olan Marktplatz yılın belli dönemleri organizasyonlara ev sahipliği yapan, renkleri ve mimarisiyle tipik ve güzel Alman binalarının yan yana dizildiği ve şehrin pek çok tarihi anıtının yer aldığı bir meydan. Ekim ayının sonunda yüzyıllardır devam eden bir fuar geleneği olan Freimarkt ve Noel zamanında da renkli Noel pazarları kurulan meydanda hava güzelse sıra sıra dizilmiş kafelerde oturup keyif yapmanı tavsiye ederim.
Marktplatz’a gittiğinde Bremen Katedrali’ni (St Petri Dom) gezebilir hatta cüzi bir ücret karşılığında kulesindeki 200 küsür merdiveni çıkarak şehre tepeden de bakabilirsin. Çocukken Grimm masalları okuyarak büyüdüysen Die Stadtmusikanten yani Bremen Mızıkacıları heykelini de meydanın bir köşesinde görebilirsin. Oldukça ufak bir heykel ama masalın dışında 90’lı yıllarda çocuk olanlar Barış Manço’nun tam da bu heykelin önündeki Arkadaşım Eşek klibini hatırlayıp nostalji yapabilir.
Marktplatz’dan yürüyerek kolayca ulaşabileceğin Schnoor bölgesi için masal kitabından fırlamış desem yalan olmaz. Ortaçağ döneminde balıkçıların ve denizcilerin yaşadığı bu mahalle aslına uygun olarak restore edilip günümüze kadar gelmiş. Şimdilerde küçük hediyelik dükkanlar, nostaljik kafeler ve restoranların bulunduğu mahallede her binanın fotoğrafını çekmek isteyeceğine eminim. Schnoor’a gittiğinizde Cafe Tölke’de veya Katzen Cafe’de bir tatlı ve kahve molası vermeyi de unutma. Katzen’in elmalı payı enfes.
Bremen’in en güzel yanlarından biri de içinden nehir geçen bir şehir olması. Kuzey Denizi’ne dökülmeden önce Bremen uğrayan Weser Nehri’nin kıyı şeridinde yürüyüş yapmak kesinlikle çok keyifli. Bu uzun rotada bisikletle gezintiye çıkanlara da rastlayabilirsin.
Ortaçağ döneminin liman olarak kullanılan bu uzun nehir kenarı yolunda bira bahçelerinin, restoranların ve kafelerin yan yana dizildiği hem Bremenlilerin hem de turistlerin buluşma noktası haline gelmiş Schlachte isimli bir bölge bulunuyor. Güneşli bahar günlerinde Weser Nehri’ne karşı bira içmeyi mutlaka denemen lazım diyorum!
Bremen’in tasarım dükkanları, renkli evleri, sokak sanatı ile kaplanmış duvarları ve minik kahve dükkanları ile Viertel’e şehrin enerjik ve modern yüzü diyebilirim. Geçmişi 19. yüzyıla dayanan Viertel sokaklarını keşfederken bölgedeki Kunsthalle Bremen isimli müzeye uğrayıp Avrupa resim sanatına yön vermiş ressamların eserlerinden oluşan koleksiyonları inceleyebilirsin. Kahve molası vakti geldiğinde ise Harbour Coffee isimli minik kahve dükkanına uğrayabilirsin.
Peki Bremen’e kadar gitmişken çok yakın mesafede bulunan Hamburg’u keşfetmeden dönmek olur mu? Tabii ki de olmaz. Uzun zamandır Berlin’den sonra ülkenin yükselen değeri olarak kabul edilen Hamburg bu ünvanın hakkını fazlasıyla veriyor. Bir liman ve ticaret şehri olmasının verdiği zenginliğin yanında Berlin sokaklarının aratmayacak özgür ve salaş bir ruha sahip şehir Hamburg’u tam anlamıyla hissetmek için en az 3-4 gün kalmak gerekiyor.
Ben 2 gün boyunca Bremen’den günübirlik gidip geldiğim için genellikle mekan ve sokak odaklı noktalarını keşfedebildim. Ama hepsi kendi içinde nokta atışı keşifler oldu. “Denemen Lazım” dediğim Hamburg keşifleri neler dersen:
Öncelikle Jungfernstieg bölgesinde biraz yürüyüş yaparak Hamburg’un tezatlıklarına kendini hazırlamalısın. Şık dükkanların ve restoranların sıra sıra dizildiği, lokalinin tabiriyle burjuvanın yaşadığı bu şık bulvarı gördükten sonra Reeperbahn ve St. Pauli’ye geçmek oldukça ilginç bir deneyim olacak.
Hamburg’da gece hayatının kalbinin attığı ilçelerden biri olan Pauli, Reeperbahn isminde bir caddeye sahip. Reeperbahn deyim yerindeyse şehrin “Red Light District” diyebileceğimiz kısmını oluşturuyor. Fantastik dükkanlar, barlar, gece kulüpleri, bölgede ve komşu mahallelerde çok Türk yaşadığı için bol sayıda dönerci görebileceğin Reeperbahn sahip olduğu kültürü ile Berlin’de bile görebileceklerinin fazlasını vaat ediyor. Ben gündüz saatlerinde gözlemledim ama gece eminim çok daha farklı bir atmosferi olacaktır.
Şehrin beni en çok etkileyen bölgesi kesinlikle Gängeviertel Plazaların, ofislerin yer aldığı bir bölgenin ortasında yer alan bu korunmuş bölgenin tarihi 19. yüzyıla kadar dayanıyor. O dönemlerde işçi sınıfının yaşaması için evler inşa ediliyor bu bölgeye. Fakat yıllar sonra yaşanan büyük bir kolera salgınından sonra hükümet evleri boşaltmaya başlıyor. Zaman içinde İkinci Dünya Savaşı ve sonrasında yeniden yapılanma sürecinde bölge yıkım tehlikesiyle karşı karşıya kalıyor ama bir şekilde ayakta kalmayı başarıyor. Etrafına modern ofisler, şirketler dikiliyor ve unutulup gidiyor. 2009 yılında bir yatırımcı projesi bölgenin binalarını tahrip etmek isteyince Gängeviertel, bir grup aktivist ve sanatçı tarafından istila edilip koruma altına alınıyor. Binalar renovasyondan geçirilip kolektif olarak büyüyen bir kültür alanına dönüştürülüyor. Gängeviertel’de film gösterimleri, canlı müzik performansları, seminerler, çizim atölyeleri, sergiler, sosyal sorumluluk proje çalışmaları ve daha pek çok kültürel ve toplumsal hareket organize ediliyor. Dar sokakları boyunca muhteşem şekilde boyamış duvarlara, murallere rastlayabileceğin gibi etrafta konumlanan minik cafeler de dikkat çekiyor. Şehrin kurumsal şirketleri ve plazalarının tam ortasında böylesi bir alanın bulunması ve bunun yapaylıktan tamamen uzak doğal bir şekilde gelişmesi gerçekten çok özel. Hamburg’a yolun düşünce mutlaka bu bölgede vakit geçirmeyi denemen lazım!
İyi kahve arayışım sonucunda bulduğum yerler tekrar tekrar gidilesi mekanlar oldu. Hem kendi çekirdeklerini hem de Five Elephant gibi Berlin’in ünlü çekirdeklerini sunan Less Political’da “espresso on the rocks” içmeyi, Public Coffee Roasters’tan kahve çekirdeği alışverişinin yanı sıra bağımsız dergilerden bir seçki okumayı hatta satın almayı, Elbgold’un şahane flat white’ının yanında sağlıklı bir atıştırmalık olarak tadı hala damağımda olan granola barını denemen lazım! Balz und Balz veya Erste Liebe’nin sağlıklı ve leziz yiyecekleri ile bir öğle yemeği molası verebilirsin. Hej Papa’da ise kahvaltı ve sonrası bir espresso şart!
Havayı güneşli yakaladıysan parklara yayılmak için doğru zaman demektir. Oldukça büyük bir alana yayılan Planten un Blomen olağanca yeşilliğiyle doğru adres olabilir. Parkın içinde egzotik ağaçlar ve bitkiler, Japon bahçesi ve Japon çay evi bulunuyor.
Bu içeriğin güncellendiği tarih 17/02/2019 16:22
Leave a Comment