İlgi alanlarınız sinemanın bağımsız tarafıyla haşır neşir değilse bile, Wes Anderson’ın adını biliyorsunuzdur; huşu yaratan renkler, tablo gibi görüntüler ve simetri hastalarını mutluluktan ağlatacak sahneler…
Kendine özgü stili sayesinde sinemanın çocuksu ruhu Wes Anderson’a ait bir filmi tek bakışta tanırsınız. Zira kendisi 1996’da Bottle Rocket ile ilk çıkışını yaptığından beri tavrını bozmadı. Gördüklerinizi sevin ya da nefret edin, günümüzde yönetmenin kolayca tanınabilir imza karelerine benzetilebilecek, sadece birkaç çağdaş film yapımcısından bahsedilebilir. Haliyle bu bir başarı.
Anderson’ın birçok sinematik konvansiyonu ve stilistik imzası 90’ların sonlarında beyaz perdeye yansıdığından beri inceleniyor. Ancak yayınladığı her yeni film, modus operandi’si üzerine tartışmaları sanki hiç yaşanmamış gibi yeniden alevlendiriyor.
O halde, Anderson’ın son uzun metrajlı filmi The French Dispatch salonlara düşmeden yönetmenin sırrına birlikte mahzar olmaya çalışalım.
Tek Adam Tek Film
Auteur teorisinden bahsetmeden Wes Anderson’ın tarzı hakkında konuşmak zor. Bu teori için, yönetmeni mutlak güç sahibi yapan tiran-vari bir bakış açısı diyebiliriz. Gerçi auteur teorisi ortaya çıkmadan önce de yönetmenler, bir film üzerinde çalışan insanlar arasındaki en önemli parça olarak kabul edilirdi. Ancak François Truffaut’nun 1954 yılında yayınladığı “Fransız Sinemasında Belirgin Bir Eğilim” (Une Certaine Tendance Du Cinéma Français) başlıklı makalesi ile durum tescillenmiş olur.
Yazısında Truffaut filmlerin, yönetmenin kişisel duygu ve düşüncelerini dışa vurduğu bir alan; adeta yönetmenin elinden çıkma tablolar olduğunu söylüyordu. Film yapım süreci, yönetmenin kişisel sanatsal dışavurumuna imkan veren bir alandı ve bu nedenle yönetmenin bir auteur olarak kabul edilmesi gerekiyordu. Bu teorinin işaret ettiği tek adam rejiminin izlerini bulabileceğimiz yönetmenlerin birkaçını tanıyorsunuz; Alfred Hitchcock, Frank Capra, Quentin Tarantino, Paul Thomas Anderson, Tim Burton ve tabi ki Wes Anderson!
Auteur teorisinin değeri halen daha sorgulanıyor olsa da bu teori bazı filmlerin anlaşılması ve yorumlanabilmesi için oldukça faydalı bir başlangıç noktası olarak kullanılabilir.
Teknik Hassasiyet
Anderson’ın çalışmalarının en dikkat çekici ve tanımlayıcı yönü ile başlayalım: kameranın arkasındaki teknik. Belki her şeyden daha fazla, Anderson’ın filmlerinin görünüşüdür onu hemen ele veren şey. Rushmore, Fantastic Mr. Fox veya The Darjeeling Limited’i izleyip kimin yaptığını merak etmeniz pek olası değildir. Tanınabilir bir Anderson ürünü ortaya koymayı sağlayan bir dizi faktör var aslında. Çekim, görüntü oluşturma, setler, karakterleri giydirme şekli, ışık ve çok daha fazlası…
Anderson’ın da belli başlı çekim teknikleri var haliyle. Mesela tracking shots (takip çekimleri). Yönetmenin teknik cephaneliğinde en çok kullandığı silahlarından biri. Kameranın ray üzerinde soldan sağa, sağdan sola ve ileri geri kaydırılmasıyla yakalanan bu sahneler, en iç karartıcı Wes Anderson sahnelerine bakarken bile izleyiciye kendini canlı hissettirir. Hareket ve enerji yaratan bu tekniğin örneklerini Moonrise Kingdom ve The Grand Budapest Hotel’de bol bol görebilirsiniz.
Yine de yönetmenin kamera önüne koyduğu şey, kameranın kendisi ile yaptığı kadar önemli.
Simetri
Anderson’ın tüm çekim kompozisyonlarına kök salan simetri sevdası aslında zamanla şekillenen bir durum. Bu özelliğin izleri elbette tüm erken filmlerinde de görülebiliyor. Bottle Rocket ve Rushmore’da filizlenen simetri çiçekleri Royal Tenenbaums ile zirvesine ulaşırken artık bir imza haline de gelmiş bulunmakta.
Anderson’ın büyük olasılıkla Stanley Kubrick’e olan sevgisinin bir dışa vurumu olarak simetri, sevin ya da sevmeyin, yönetmenin sinematik imzasının çok gerekli bir parçası.
Renkler ve Desenler
Önceki iki segmentin üstüne, Anderson’ın eklediği bir diğer katman onun sinemasının kremşantisi gibidir; tekrar eden paternler ve sizi filmin içine çeken renkler. Bunu Tenenbaum evinin oturma odasını süsleyen sıkıcı halıda veya Felicity Fox’un küçük, kırmızı elmalı elbisesinde görebilirsiniz. Fakat, Grand Budapest Hotel’de yönetmenin desen ve renk sevgisini farklı bir boyuta taşıdığını söyleyebiliriz. Haliyle kendisi, Anderson’ın şimdiye kadarki en canlı filmi olabilir. Gerçi her Anderson filmi kendi renk paletine ve örüntülerine sahip.
Yönetmenin renk paletleri sinematik dünya inşasının ayrılmaz bir parçası. Sanatsal tarafa ve detaylara fevkalade dikkat etmesi, karakterlerinin var olması ve izleyicinin kendini filmin içinde kaybetmesi için uygun alanı ve tonu yaratıyor.
Müzik
Wes Anderson sinema tarihinin en tanınan görsel stillerinden birini yaratmış olabilir; pastel renkler, ultra simetrik kompozisyonlar ve neredeyse manik bir dikkat gerektirecek kadar ince detaylar…
Yine de Anderson estetiğinin anahtarı, her filminde temel bir güç olarak yer alan müzik kullanımıdır. Yönetmenin filmlerinde müzik, arka planda kullanılan bir öge olmaktan çok başrol oyuncusu gibidir. Anderson müzikleri usta bir küratör gibi hizaya sokar. Dolayısıyla şarkılar kendilerine özgü karakterlere sahip olurlar ve bir sahnenin duygusal katarsisini artırma konusunda her zaman başarılıdırlar.
Aktör Kabilesi
Anderson ilk filminden bu yana, projelerinin çoğunda sürekli olarak görünen düzenli bir aktör ve aktris grubu toplamayı başaran yönetmenlerden. Bir başka deyişle tüm o simetriler, renkler ve çekimler olmadan, sadece oyunculara bakarak da bir Anderson filmi izlediğinizi anlayabilmeniz mümkün. Zaten bu, auteur olmanın bir getirisi.
Anderson kontratı altına imza basan oyuncular arasında Anjelica Huston, Bill Murray, Wilson kardeşler (Luke, Owen ve hatta Andrew), Willem Dafoe, Jason Schwartzman, Adrien Brody, Eric Chase Anderson (Wes’in genç kardeşi), Michael Gambon, Jeff Goldblum, Wallace Wolodarsky, Brian Cox, Edward Norton, Tilda Swinton ve Harvey Keitel’i sayabiliriz.
Nostalji
Anderson’ın bir diğer ve en çok da eleştiri alan tavrı, geçmişe aşık olması olabilir. Aslında bunda eleştirilecek bir şey olmamalı. Çünkü Fransız Yeni Dalgası, Orson Welles veya J.D. Salinger’in literatürüne referansta bulunurken, Anderson’ın geçmiş zamanların havasını es geçmesi pek mümkün değil.
Anderson filmlerindeki nostalji farklı şekillere girebilir. Filmlerinde, güncel olmayan çağlar ve kültürler; ya da son filmi The French Dispatch’de olduğu gibi aslında varolmayan şehirler bulunabilir. Karakterlerinin çoğu da eskiye eğilimi gösterir. Moonrise Kingdom ve The Grand Budapest Hotel, nostaljinin Anderson’ın kadrajında nasıl şekillendiğinin en önemli iki örneği olabilir. Rushmore ve Royal Tenenbaum filmlerinde ise karakterler geçmişe hasrettir.
The French Dispatch
Wes Anderson’ın son filmi The French Dispatch 20. yüzyıl Fransa’sında, aslında olmayan bir şehirde yaşayan Amerikalı gazetecilere yazılmış bir aşk mektubu olarak tanımlanıyor. Yıldızlar geçidinden farksız oyuncu listesi arasında Benicio Del Toro, Tilda Swinton, Bill Murray, Frances McDormand, Léa Seydoux, Timothée Chalamet, Adrien Brody, Owen Wilson, Willem Dafoe ve Anjelica Huston gibi önemli isimler var.
Bir Anderson filmi için bir tarif yazıyor olsaydık, ihtiyacınız olan malzemeler aşağıdaki gibi olurdu;
- Mikro dünyalar (ayakkabı kutusu içinde setler)
- Çocuk benzeri yetişkinler, yetişkin benzeri çocuklar
- Ayrı düşen karakterler
- İşlevsiz aileler
- Hayal kurma – gerçeklerden kaçış
- Karakterlerde sıra dışı aksanlar
- Tekrarlayan oyuncular (Bill Murray, Angelica Huston, Owen ve Luke Wilson, Willem Dafoe, Jason Schwartzman, vb.)
- Art Noveau renk paleti
- Farklı kamera dili
- Ağır çekim / takip çekimleri
- 60’lar ve 70’ler müziği
- Futura yazı tipi
- Dürbün
- Beklenmedik şiddet
- Bölümlerden oluşan yapı
- Ve ortak yazar olarak Wes Anderson
Wes Anderson’ın filmlerinde yukarıdaki maddeler ışığında tespit edilebileceğiniz stilistik pek çok imza olduğu doğru. Fakat onun filmlerinin belki de en önemli yönü bunlar değil de inşa ettiği eserde insanlığı yakalama yeteneğidir diyebiliriz.
Anderson yaradılışımızdaki çocuksuluğu gıdıklar ve bizi güldürüp hayal kurdurarak bulutların üzerine çıkarır. Ardından narinlikle ördüğü duygusallık ve dürüstlükle bizi yeryüzüne yeniden geri getirir ve bu düşüşle biz, gerçek bir yetişkin gibi insanlığımızla boğuşma gücünü kendimizde bulabiliriz.
Kaynak:
Yorumlar