2021 yine koronavirüs gölgesinde zorlu geçse de yeni düzenlemeler ve sosyal hayatın pandemi gerçekliğine adaptasyon süreci olarak baktığımızda özlediğimiz hayata biraz daha yaklaştığımız bir yıl oldu. Düzenli aralıklarla genişletilen saat sınırlamaları ve çeşitli yeni kurallarla mekanlar açıldı; müzikler yeniden yükselerek, konser ve partiler düzenlenmeye başlandı.
Diğer yandan Türkiye’nin 2021 gündeminde pandemiden çok politika, ekonomi ve enflasyon vardı. Hayatın her anında kendini hissettiren enflasyon ve koronavirüs tedbirleri ile kuşatılmış bir ekonomide plaklar, müzik dergileri, konser, partiler ise Türkiye’nin yeni normalinde oldukça anormal bir yerde konumlandı.
Geçtiğimiz yılın belirsizlikleri, eve kapanmaları gibi mücbir sebeplerle 2020’nin çoğunu inzivada geçiren müzisyenler, normale dönme gayreti ve hararetli bir motivasyonla duraklama yılında edindikleri yeni içgörüler, keşfettikleri duygu ve harekete geçtikleri yeni projelerle karşımıza çıktılar.
Kimi insanlar her ne kadar albüm devrinin artık kapandığını söyleseler de – Z & Alfa jenerasyonlarıyla evrilen gittikçe hissedilen yeni alışkanlıklardan kaynaklı olsa gerek- henüz datalar aynı fikirde değil. Listeler yeniden heyecan verici, LP’ler umut veriyor ve her ne kadar ülkemizde durum biraz daha karmaşık olsa da konserlerle birlikte dünya turneleri de nihayet yeniden başlıyor.
Peki bu yıl dikkate değer, tabiri caizse sonraki yıllara miras kalabilecek albümler hangileriydi? Elbette her albüm eşsiz, hepsinin kendi hikayesi var ama bunlardan birkaç tanesine bakmak isterseniz, işte 2021 yılının en favori 20 albümü.
20. CLEO SOL – MOTHER
Londralı soul şarkıcı, aynı zamanda SAULT’un vokalisti Cleo So, ikinci solo albümü Mother’ı ilk çocuğunu doğurduktan kısa bir süre sonra yayımladı.
Sol, albümünde kendi çocukluğuna inerken, kıskanılacak bir zarafet ve olgunlukla annesinin eksikliklerini tekrar ziyaret ediyor ve hatalarını mazur görmeden annesinin karşılaştığı zorlukları kabul ediyor. Bir yandan kendi yetiştirilme tarzı üzerine düşünürken, diğer yandan yeni doğan bebeğine kendisine her zaman sağlanamayan sevgi ve desteği kusursuzca vermeye çalışıyor.
Bazen, Don’t Let Me Fall ve 23’te olduğu gibi, bu eksiklik anlarında inceliği uzatmak anlamına gelebilir fakat Heart Full of Love ve Sunshine ‘da olduğu olduğu gibi sadece mucize için teşekkür ediyor.
Merkezine maneviyat ve ilahi tutkuları alan We Need You ve piyano mantrası Know That You Are Loved gibi olumlamalarla dolu şarkılar, bir ninni sıcaklığı veya bir annenin dualarının koruma kalkanı gibi.
Cleo Sol geçmişindeki travmatik anları alıyor, çocuğunun geleceğine umut ve güzellik tohumları olarak ekiyor ve öngöremediği belirsizlik ve kendinden şüphe anlarına rağmen sevgisinin zaman ve durumdan bağımsız olarak sabit kaldığının altını çizerek hatırlatıyor. Sesinin inceliği, puslu yorumu ve prodüksiyon boyunca kendi tonlarında süzülme şekli, sanki çocuklarına “Burada güvendesiniz” diyor.
19. ELDER ISLAND – SWIMMING STATIC
İki yıl önceki son derece başarılı çıkışları The Omnitone Collection’ın ardından, Bristol üçlüsü Elder Island, on parçalık pop, neo-soul, elektro ve daha fazlasını kapsayan yeni albümleri Swimming Statics ile dinleyicilerini “hisli elektro” tarzının yeni bir boyutunu keşfetmek için davet ediyor.
Adını, geçtiğimiz sene peşi sıra uygulanan karantinalar sırasında milyonlarca insanın hissettiği neşesizlik ve kayıtsızlık durumundan alan albüm, kendi atmosferi ve kişilikle dolu şarkılarıyla Elder Island’ın tamamen kendilerine ait bir alanda ilerlediklerini gözler önüne seriyor.
Grup bir röportajında albümü “Çok zor bir dönemde odaklanma zorluğunun farkındalığıyla güçlenen ve zorlukların üstesinden gelerek şekillenen serbest biçimli müzikal ifade” olarak tanımlıyor.
Ana vokal Katy Sargent’ın güçlü sesini indie tınıları ve farklı elektronik elementlerle birleştiren Elder Island, Swimming Static’in gücü ve kalitesiyle İngiltere ana akım klasmanına sıçramaya hazır gibi görüyor.
18. LEISURE – SUNSETTER
2015 yılında Yeni Zelanda’nın batı kıyısında spontane bir gezi sırasında kurulan LEISURE, 2016’da piyasaya sürülen kendi isimlerini taşıyan ilk albümleriyle kısa sürede dikkatleri çekmişti. Kendi ülkelerinde zirveyi zorlayan grup, global dergi ve eleştirmenlerden çok olumlu yorumlar almıştı.
Londra ve Berlin’de kapalı gişe konserlerle oldukça başarılı bir Avrupa turnesinin ardından Yeni Zelanda’lı grup üçüncü albümleriyle karşımızda. Sunsetter, shoe-gaze ve enstürmantal elektro funk’ın en güzel birleşim örneklerinden biri olarak günün her saatinde dinlenebilecek, her an modu yükseltebilecek güçte bir albüm.
Albümün bir bölümü Fransa’ya yapılan bir seyahat sonrası yeni başlangıçlara odaklanırken; bilinç ve bilinçsizlik ikileminde, zorlukları kucaklayan ve daha iyi olmak için ilerlemeye çalışan bir ekibin kalbinden çıktığı anlaşılıyor.
17. MEN I TRUST – UNTROUBLE ALBUM
Kanadalı trio Men I Trust, karantina zamanlarında dördüncü albümlerini yazdıkları için doğal olarak turneye çıkamayacaklarını düşündüklerinden albüme Untourable Album demişler.
13 şarkıdan oluşan 37 dakikalık Untourable Album, bir önceki çalışmalarının neredeyse yarısı uzunluğunda ve Sugar dışında, albümde Tailwhip veya Lauren gibi geçmişte dinleyiciyi daha ilk dinlemede yakalayacak ve akla kazınacak şarkılar yok. Fakat zaten albümün konsepti ve durduğu yer de buradan oldukça farklı.
Buradaki odak, akılda kalıcı mısralardan ziyade dingin ses dizimleri üzerinde gibi. Katmanlı synth’ler, zengin bas tonlarına eşlik eden reverb etkili, oldukça yalın ve incelikli melodileri ile moody bir playlistin yıldızı olabilecek parçaların yer aldığı Untourable Album, tam gece geç saatlerde kulaklıkla dinlemek üzere titizlikle yapılmış muazzam bir albüm.
16. LANA DEL REY – CHEMTRAILS OVER THE COUNTRY CLUB
Lana Del Rey kariyeri boyunca genel hatlarda dikkate değer bir şekilde tutarlı kalmış olsa da, Amerika’ya gün geçtikçe daha da hakim olan zenginlik, başarı ve sağlık arasındaki hiç de dengeli olmayan konu başlıkları ve kötüye giden durum vahimleştikçe kendisinin de artan hayal kırıklığ ön plana çıkıyor.
Lana Del Rey, tur yapamayacağının bilincinde son iki sene içerisinde yayınladığı üç albüm ve çektiği güçlü videolarla üretkenliğinin en parlak dönemini yaşıyor diyebiliriz. Chemtrails Over the Country Club, kariyerinde ciddi bir kırılma noktası Norman F***ing Rockwell! kadar geniş kapsamlı olmasa da bir diğer yeni albümü Blue Banisters‘dan daha tutarlı bir şekilde diskografisinde sağlam bir yer buluyor. Del Rey, her zamanki gibi romantik ve bir takım acılar içerisinde ama aynı zamanda oldukça rahat görünüyor.
Albüm White Dress ile Lana Del Rey’İn şöhret olmadan önce yaşadığı bir hatırası ile başlıyor. Şarkı 19 yaşındaki Del Rey’i dar bir üniforma içinde, 2000’lerin ortasında garson olarak çalıştığı günlerde kendisinin gelecekte nelerin beklediğini hayal ederken müzik endüstrisinde erkek egemenliğin o andaki travmatik yansımasını tasvir ediyor.
Albümün diğer ucunda ise Joni Mitchell cover’ı For Free duruyor ve bir sokak çalgıcısının bu kadar iyi müziği nasıl bedava çaldığını sorguluyor.
Chemtrails Over the Country Club Norman Fucking Rockwell’de yeniden birlikte çalıştığı yapımcı Jack Antonoff ‘ın elinden çıkma bir dizi prodüksiyon illüzyonlarıyla, değişim ve sabitlik, sevgi ve yalnızlık gibi çatışmaların göreceli değerlerini birbirine gönderme yapan şarkılarla ahenk içinde sorguluyor.
Lana Del Rey’in bu son albümü belki bir baş yapıt ya da kariyerinin en iyi çalışması olmayabilir. Fakat bir zamanlar Los Angeles ve American Dream‘in belki de bir numaralı temsilcisi sayabileceğimiz bir kadının aynı derecede kasvetli ama garip bir şekilde rahatlatıcı kişisel dramlarının, şöhretinden sıyrıldığı ve normal hayatın iniş çıkışlarının, dünyanın geri kalanı boka batarken bile devam edeceği fikrini sunması bakımından herkesin kendinden parçalar bulabileceği oldukça kişisel detaylar içeriyor.
15. STILL CORNERS – THE LAST EXIT
Londra ve New York merkezli ikili Still Corners, son 10 yılda yayınladıkları istikrarlı albümleriyle güçlü bir hayran kitlesi yarattılar. Dream pop, synth gaze ve indie elektro arasında derin vokallerle sundukları beşinci albümleri The Last Exit ile Murray ve Hughes ikilisi dinleyenleri üstü açık bir arabayla 70 – 130 km arası hızda bir yolculuğa çıkıyor.
Zarif ve kasvet arasında git gel anlarıyla dolu, cazibesini bu çekişme ve gizemden alan The Last Exit, içindeki 11 parçayla farklı birçok zirveye ulaşıyor. Static ve Till We Meet karantina ve kısıtlamalarla ilgili güncel konulardan bahsederken, ince detaylarla kaydedilmiş bir synth pop harikası White Sands, 50’li yıllardan kopup gelen blues rock örneği It’s Voodoo ve sinematik anlatımıyla Old Arcade yeni maceraların kapısını aralıyor.
The Last Exit ikili için ne çığır açıcı ne de yenilikçi bir albüm. Fakat bu kadar iyi bir sound yakaladıktan sonra bozmadıkları için onları kim suçlayabilir?
14. FLOATING POINTS – PROMISES
Bir başka İngiliz müzik dehası Sam Shepherd aka Floating Points ve amerikalı caz saksafon ustası Pharoah Sanders’ın ortak projesi Promises, yanlarına aldıkları Londra Senfoni Orkestrası’nı da alarak yılın en heyecan verici albümlerinden birine imza atıyorlar.
Birbirlerine hayran olan ikilinin ortak müzik yapma fikri Sanders’ın Floating Points’i dinlediği an ortaya çıkıyor. Caz efsanesi, Floating Points’in 2015’te yayımladığı çıkış albümü Elaenia’yı arabasında otururken ilk dinlediğinde neredeyse 20 yıldır albüm yapmıyor. Ancak duyduğu müzikten çok etkilenerek Shepherd ile birlikte yeniden stüdyoya girmek istediğini söylüyor.
Birbirlerine olan bu hayranlığın beş yıl süren stüdyo kaydının ardından slow motion açan bir çiçek videosu gibi 46 dakikadan uzun süren dokuz parçalık devamlılığını hiç koparmayan son zamanların en iyi “cross – genre” “örneklerinden bir tanesi.
Albümü eşsiz kılan şeylerden bir tanesi her iki tarafın da birbirlerini konfor alanlarının ötesine itmeleri diyebiliriz. Floating Points barışçıl ve meraklı ev sahibini oynarken, Sanders saksafonuyla Shepherd’ın hisli piyano hatlarının üzerinde şefkatli bir samimiyetle geziniyor ve Londra Senfoni Orkestrası ise çok kollu bir doğa üstü canlı gibi, ikiliye atmosferik telli notalarıyla eşlik ediyor.
Sonuç olarak Promises, sizi sıcak ve yatıştırıcı melodiler bütünüyle nasıl olduğunu anlamadan tüm ruhunuzu saran, uzay – zaman – mekan algılarını geride bıraktıran, en iyi kulaklıkla deneyimleyebileceğiniz, inceliklerle dolu hassas bir doğaçlama gibi.
13. SNOH AALEGRA – TEMPORARY HIGHS IN THE VIOLET SKIES
2019 yılında çıkardığı I Want You Around şarkısıyla “Adult R&B” listesinde 1 numaraya kadar yükselen Soul – R&B ‘nin yeni yıldızı Snoh Aalegra, 31 Ocak’ta sahiplerini bulacak 64. Grammy Ödülleri’ndeki “En İyi R&B Albümü” ve “En İyi R&B Performansı” adaylıkları üçüncü albümü Temporary Highs In The Violet Skies’ın başarısının altını çiziyor.
İsveçli sanatçının ön planda olan vokali ve şarkı yazma beceresi beraberinde ince detaylarla işlenen zahmetsiz prodüksiyonu, tıpkı 90’ların sonu ve 00’ların başındaki Alicia Keys’i hatırlatıyor.
Albümün cazibesi sarhoş edici temalardan geliyor: kaybedilen aşkın ve sonucunda ortaya çıkan duyguların yarattığı kafa karışıklığı, aşkın sizde bıraktığı geçici yükseklik hissi ve bir ayrılığın yarattığı hayal kırıklığı ve bunun sonucunda ortaya çıkan netlik.
Aalegra’nın, Tyler, The Creator ve James Fauntleroy’un gibi yıldızları da barındıran üçüncü albümü, göz kamaştırıcı vokallerle mükemmel bir şekilde tamamlanan basit prodüksiyonuyla büyülüyor ve esrarengiz bir şekilde dikkat çekiyor. 15 şarkılık yolculukta kendine özgü vokalini hiç bozmadan sürdüren Aalegra, sizi hiç rahatsızlık duymayacağınız bir loop’un içine alıyor.
12. LONDON GRAMMER – CALIFORNIAN SOIL
İyi bir çıkış albümüyle beklenenin üzerinde bir kitleye eksenine alan alternatif müzik gruplarının karşı karşıya kaldığı en büyük zorluk, hayatlarına girdikleri yeni dinleyicilerin beklentileri karşılamak ve hype’ı kaybetmeden potansiyel yeni dinleyiciler elde etmek olsa gerek.
London Grammer, çıkış albümleri If You Wait ile kendisi gibi Londra çıkışlı The xx, Disclosure, Jessie Ware gibi isimlerle birlikte indie elektro – pop kitlesinde hatrı sayılır hayran kitlesi edinmiş, yaptığı müzik ortaklıkları ve remix’lerle de ilerleyen dönemlerde de albümün başarısını sürdürmeyi başarmıştı.
Bu yıl yayınladıkları üçüncü albümleri Californian Soil, grubun senfonik melodilerini vokalist Hannah Reid’in net notaları ile hassas bir dengede sunmaya devam ediyor. Prodüksiyon anlamında ana yapısını koruyarak ritmi biraz arttıran İngiliz üçlü, son sekiz yılda eforlarını çoğunlukla şarkı yazmaya harcamış gibi görünüyor. Truth Is a Beautiful Thing‘in akıcılığından ufak ufak uzaklaşan Californian Soil, önceki albümde kendilerini şımartmak için kullanıp, şu an kesin olarak kucakladıkları yeni bir yaklaşımla kusursuz “dramatik kırık kalp estetiğini” aşamalı olarak değiştirdiğini gösteriyor. Californian Soil, grubu biraz daha dans merkezli bir alana taşırken, yine de her şarkı için odak ve itici nokta olarak Reid’in hisli vokallerini kullanıyor.
Albümün taşıyıcı şarkıları Lose Your Head, Baby Its You ve albüme de adını veren Californian Soil’ken, daha sonra onlarca DJ tarafından farklı tarzlarda remix’lenen How Does It Feel; her ne kadar bazı çok yeni nesil prodüksiyon ögeleri içerse de 2013 London Grammer dinleyicilerin 2013 yılı ile köprü kurmasını sağlayacakları, gizli bir hit olarak öne çıkıyor.
Albümün kapanışını yapan America ise, kusurlu bir ülkenin gizli güzelliğini keşfeden Reid’den dürüst bir dört dakika ile albümün ana temasını tamamlayarak en başa geri dönmenizi sağlıyor. Reid, pek çok kişiye umutlar ve hayaller vaat eden Amerikan Rüyasının aynısını ona sunmayabileceği gerçeğiyle yüzleşiyor.
11. TAYLOR, THE CREATOR – CALL ME IF YOU GET LOST
Yılın en heyecan verici albümlerinden Call Me If You Get Lost, Tyler, The Creator’un altıncı stüdyo albümü. 10 yıl önce atılan bir tweet ile başlayan hikaye bu yıl Gangsta Grillz mixtape formunda, aralarında Ty Dolla Sign, Lil Wayne, Lil Uzi Vert, Pharrell Williams, 42 Dog gibi hip-hop ve rap dünyasının en yetenekli isimlerini konuk sanatçı olarak yer aldığı festival gibi albümde hayat buldu.
Billboard listelerine 1 numaradan giren albüm, bu sene oldukça zayıf isim ve adaylıklarla dolu Grammy ödüllerinin, heycan yaratan birkaç kategorisinden “En iyi Rap Albümü” adayları arasında yer alıyor.
Bu albümün çekicilik merkezinde, Tyler’ın ustaca, kasıtlı akıştan ilgi çekici hikayeler yaratarak rap yapabilmesi yatıyor. Yıllardır yapmadığı gibi rap yapan 30 yaşındaki sanatçı, bazen serbest çağrışım gibi duran kavramsal dizeleri peşi sıra dizdiği bir şarkıda beş, altı konuyu birden ele alabiliyor. Tyler söz yazmadaki başarısının yanı sıra prodüksiyon başında da yeteneklerini sergilemek konusunda oldukça bonkör davranmış. Türleri karıştırma konusunda cesur olan rapper; caz, hiphop, pop, reggae ve hatta bossa nova’ya uzanan ritimleri harmanlamayı başarıyor.
Tyler her zaman romantikti, ama burada her zamankinden daha yumuşak bir yanı var, aşkın çoğu zaman zamanlamayla ilgili olduğunu kabul etmek zorunda kalıyor. Kendi kuralları dışında kurallara boyun eğmeyen, açık sözlü olabilen ve çoğu zaman en az ayak basılan yolu izleyen sanatçılardan bir tanesi. Bizim de zaten onu sevmemizin en büyük nedenleri biri bu sanırım.
17 şarkıdan oluşan CMIYGL için Tyler’ın müzik geçmişine duyduğu saygısının, kendi şu anı ile geleceği arasında kurduğu bir köprü, bir sonraki bilinmeyen varış noktasına şimdiden bakan bir sanatçının hak edilmiş bir zafer turu diyebiliriz.
10. NATION OF LANGUAGE – A WAY FORWARD
Brooklyn grubu Nation of Language geçtiğimiz yıl yayınladıkları ve tamamen hak edilen fakat bir o kadar beklenmedik başarılarının ardından, özenle yazılmış ikinci albümleri A Way Forward ile dinleyiciyle bir tık daha duygusal bir bağ kurmayı başarıyorlar.
Günümüz synth-pop müziğinin temel dayanakları olarak kendilerini sağlamlaştıran grup bu albümlerinde risk alarak aynı şeyi yapmamayı seçiyor, new wave sesine bağlı kalmadan ancak tamamen farklı bir yöne de sapmadan, kısmen krautrock’tan etkilenerek kendilerini genişletirken aynı zamanda etkileyici bir şekilde sound tutarlılığını koruyorlar.
Nation of Language, şarkıların adından sıralamasına kadar harika bir kurguya sahip bir albüm. Taşıyıcı şarkılardan biri olan In Manhattan, grubun vokali yüksek notaları ve ultra-neon synth elementleriyle göz kamaştırıyor. Şarkıya dinlerken adını veren Manhattan’ın yükselen gökdelenlerine hayranlıkla bakan yüzleri hayal edebilirsiniz. Hayal kırıklığını anlatan şarkı sözlerine karşılık her zaman umut veren melodiler arasındaki karşıtlık, şarkıların burukluğunu ve mood’unu daha da yükseltiyor.
Vokalist Devaney’nin melodik ve mest edici sesi, dinlediğiniz müziği bastıran yalancı yıldız bir katman olmaktan çok grubun müziğiyle öyle güzel bütünleşiyor ki neredeyse her şarkıda kendine hayran bıraktırıyor. Şarkılardaki synth katmanları, bir şarkıdan diğerine devam ederek albümde bir devamlılık sağlıyor, peşi sıra gelen sürprizler ise hayal gücünüzde benzersiz bir yer açıyor.
9. LITTLE SIMZ – SOMETIMES I MIGHT BE INTROVERT
İki yıllık izolasyonda, herkes kendisiyle biraz daha fazla zaman geçirmeyi öğrenmek zorunda kaldı.
27 yaşındaki İngiliz rapçi Little Simz de bir istisna değildi. Simbi aka Little Simz, dördüncü albümü Sometimes I Might Be Introvert ‘de açıkça bu dönemi kabul ediyor ve oturup düşünmek için çok zamanı olan biri olarak mısralarında her zamankinden daha kişisel detayları paylaşıyor.
Londralı genç rapper hem halkın gözü önünde ve her an tüketime açık bir sanatçı hem de perde arkasında gurur, aşk, pişmanlık ve keder gibi duygular arasında mekik dokuyan siyahi bir kadın olarak, içinde barındırdığı her versiyonu için kendisine yeni bir alan açıyor.
Bunu yaparken soul’un yumuşatan gücünden, mükemmel groovy Afrobeat’e kadar uzanan geniş bir janra yelpazesinde, bu süreçte iç dünyasında yaşadığı gerilimleri sinematik bir anlatımla altını çiziyor.
Siyahi bir kadın olmak (Woman), karmaşık aile dinamikleri (I Love You, I Hate You), gençlik şiddeti ve siyasi yolsuzluklar (Introvert) gibi konuları işlerken ağırlıklı olarak Nijeryalı kökenine değindiği referanslar veriyor. (Point & Kill).
Bugüne kadarki çalışmaları çoğu zaman Little Simz’in kim olduğunu ve duygusal olarak nerede durduğu ve kendisini bulmasıyla ilgiliydi. Sometimes I Might Be Introvert ile Simz sorgulamaya devam ediyor. Tek fark Simz, Simbi ile barışmış ve yola birlikte devam ediyorlar. Bu birlikteliğin müzikal yansıması ise kulağa harika geliyor.
8. DJ SEINFIELD – MIRRORS
Çok değil bundan beş sene önce, yayımladığı U şarkısıyla bir gecede internette patlama yaratan İsveçli prodüktör Armond Jakobbson aka DJ Seinfield, yeni albümü Mirrors ile daha iyi bir prodüktör olduğunu kanıtlıyor.
Geçtiğimiz yıllarda kalp krizi geçiren babasının sağlık durumu nedeniyle birlikte daha fazla vakit geçiren genç yetenek, yaşadığı duygusal gerilimleri değişken duygu durumlarını şarkılarına da yansıtıyor. Albümün açılış şarkılarında sanatçının yeni alanları deneyimlediğini açıkça görüyoruz.
Güçlü ve parlak UK garage sounduna sahip She Loves Me ve Walkin With Your Smile dinleyicide dans etme isteği uyandırırken sıcak bir enerjiyi de beraberinde bırakıyor. Hemen ardından gelen Teira ve U Already Know başladığında ise işlerin seyri değişiyor ve İtalyan diskosunun çoşkulu patlamasına şahitlik ediyoruz.
DJ Seinfeld, Mirrors ile prodüksiyon repertuarını cesurca genişletirken, başka bir gezegenden gelen kozmik break’ler, UK garage ritimleri, Italyan disko ve house’a dair farklı tarzların ögelerini duyabiliyorsunuz. Seinfeld’in geliştirdiği prodüksiyon yetenekleri bu çeşitliliği extravaganza gibi karaktersiz bir pizza olmaktan kurtararak son derece özenle hazırlanmış üst düzey bir açık büfe olarak sunmasını sağlıyor.
7. PARCELS – DAY / NIGHT
Daft Punk’ın el verdiği Avustralyalı disco / funk ekibi Parcels, hem dinleyici hem de otoriteler tarafından oldukça sevilen çıkış albümlerinin ardından merakla beklenen ikinci albümleri Day / Night ‘ı bu yıl yayınladı. Day ve Night olarak ayrılan iki diskte toplanan tam 19 şarkıdan oluşan albüm çıkış albümlerine kıyasla çok daha fazla müzik tarzına ev sahipliği yapıyor.
Parcels, alışık olduğumuz disko funk ekseninden çok uzaklaşmadan soul, caz, pop veya elektronik alt tonlar ile harmanlayarak kendi sınırlarını aşıyor.
Albümün en önemli noktalarından biri ise başından sonuna hakim olan orkestral bir anlatıyla birlikte gelen sinematik hissi. Parcels, indie müziğin önde gelen yaylı aranjörü Owen Pallet çalışarak kompozisyon ve live performans alanlarında da birkaç seviye yukarı çıkmayı başarıyor.
Albümün ilk bölümü Day daha rahat ve hareketli şarkılardan oluşurken, Night ise alışık olmadığımız derecede karanlık prodüksiyonlarıyla dikkat çeken, karamsar şarkıların yer aldığı, üzülmüş birinin dünyasını yansıtıyor.
Albümün ilk şarkısı LIGHT…. Parcels’in kendine özgü farklı harmonilerle yükselten çıkışlarından önce Owen Pallett ‘in uzun yaylı bölümüyle sakin bir giriş yapıyor ve ambiyansını tonunu belirliyor.
Ardından her şeyin biraz daha karardığı, daha fazla aksiyona şahitlik ettiğimiz Night ile tanışıyoruz. Lordhenry, büyük orkestral introsunun ardından gelen sert perküsyonu ve Beatles’ımsı harmonilerle desteklenen, hızlı tempolu disko gitarıyla çok farklı katmandan oluşan muhteşem bir parça olarak Night bölümü, hatta albümün en iyi şarkısı olarak adeta parlıyor.
Her şarkının, plağın diğer yüzünde ya tematik ya da sonik bir çifti var gibi görünüyor. LIGHT ve SHADOW aynı şarkının iki bölümü, ‘Comingback’ ve ‘Icallthishome’ aidiyet ve bağlantı ile ilişkilendirilmiş, ‘Somethinggreer’ ve ‘Once’ gelecek veya geçmiş aşk için çabalarken, ‘Daywalk’ ve ‘Nightwalk’, Parcels’in caz yaklaşımını gösteriyor.
Parcels, iki birbirinden ayrılamaz şarkılardan ama birbirinden bir o kadar da farklı iki albümden oluşan Day / Night ile yaklaşık bir buçuk saatlik müzikal bir yolculuk deneyimi sunuyor.
6. ERIKA DE CASIER – SENSATIONAL
Bu yılın en büyük sürpriz keşiflerinden biri Erika De Casier oldu. Portekiz asıllı Danimarkalı sanatçının ikinci albümü Sensational adeta bir zaman makinası gibi, daha ilk şarkısında dinleyiciyi 90’lar sonu 2000’lerin başına ışınlıyor.
Natal Zaks ile birlikte stüdyoya giren Casier’in müziğinde Destiny’s Child, TLC ve Aaliyah gibi pop ve R&B sanatçıların izlerini görüyoruz. Baştan sonra bir çırpıda akıp giden albümdeki ustalıkla hazırlanmış bazı geçiş parçalarında duyacağınız UK garage beatleri henüz kariyerinde başında sayılabilecek Casier’in dans pistlerine de hakim olmakta sorun yaşamayacağını gösteriyor.
Danimarka’da küçük bir kasaba okulundaki iki melez çocuktan biri olarak büyüyen De Casier bir röportajında teselliyi benzer gençleri görebildiği MTV’de bulduğunu söylüyor. Albümü dinlerken bunu çok rahat bir şekilde hissedebiliyorsunuz. De Casier sanki 90 – 00 ‘li yıllardaki R&B fırtınasını yeniden yaratmaya çalışıyor gibi. Tüm bu anılar ve kişisel çağrışımların ardında bir rasyonel var. Örneğin Destiny’s Child ve TLC hitlerindeki aynı çeviklikte benzer melodilere sahip Polite, 90’lar çocuklarına tüylerini diken diken ettirecek türden bir parça. Tüm albüm, sanki De Casier o renkli R&B müzik kliplerinin setlerinden birine girmiş ve orada kamp kurmuş gibi hissettiriyor.
Casier’in büyük ölçüde geçtiğimiz yıl karantinadayken yazdığı albümün temasını bekar kadınlar ve karşılaştıkları başarısız date’ler oluşturuyor ve şarkıların çoğu Casier’in kötü partnerlerle olan kişisel deneyimlerine dayanıyor. Kendisine Dua Lipa, Shygirl ve Clairo gibi hayranlar bulan Erika de Casier, zamansız bir R&B albümüne imza atarak pop müzik dünyasında kendi nişini oynuyor.
5. OTZEKI – NOW IS A LONG TIME
Bir başka Londra menşeli ikili Otzeki, ikinci albümleriyle kendi oluşturduklarına inandıkları müzikal anlatılarını bir basamak daha yukarı taşıyor. Mike Sharp ve Joel Roberts kuzenler, Londra’nın hareketli elektronik müzik sahnesinde kendilerine eşsiz bir alan yaratırken, bunu kendi yollarıyla yapmanın yolunu buluyorlar.
İkili beatler, androjen falsettolar ve dokulu gitar hatları albümün her köşesini doldurmayı başarıyor. Now Is A Long Time, 90’lardan gelen trip-hop ve lo-fi house ritimleri üzerine uzanıyor. Mike Sharp’ın kafa sesi, tertemiz prodüksiyonlar üzerinde adeta süzülüyor.
İlk kez dinleyenler ve synth pop albümü bekleyenler için şarkılar başta etkileyici, zarif ve şehvetli olmasına karşın dinamizmi eksik gibi gelse de Otzeki’nin akılda kalıcı ve çatışmacı dürtüsü kesinlikle ikilinin misyonunun heyecan verici bir ifadesi gibi geliyor.
Bir çırpıda akıp giden albümün en dikkat çekici şarkılarından biri Max Wells-Demon, pazartesi sabahı saat 07:00’da, ofisteki masasına dönmeden önce Beyoğlu’nun ara sokaklarında kaybolan, beyaz çizgiler üzerinde düz gitmeye çalışırken zigzaglar çizen bir “party boy”dan bahsediyor. Minimal bir ritmin etrafında ustaca işlenen bu sarkastik parça kendi ruh sağlığınız için kırsal bir yerden hayalinizdeki evi almanızı öneriyor.
Bir diğer öne çıkan şarkı Emotional Retail, yorgun ve bitap düşmüş vokali, draması ve mutsuz sona doğru koşan ritmiyle henüz yayınlanmamış bir Radiohead’i şarkısını andırıyor.
Now Is A Long Time, en karanlık anlarında bile sizi iyimserlikle doldurmayı başaracak tüm özelliklere sahip. İkili, hüzün ve samimiyet anlarını alıp, şakacı bir şekilde gerçekten büyüleyici elektronik müziğe dönüştürerek sizi henüz deneyimlemediğiniz anılara götürebiliyor.
4. SAULT – NINE
İnanılmaz yetenekli, anonim sayılabilecek ve son derece üretken İngiliz ekibi Sault, iki yıl içinde çıkan beşinci albümleri Nine ile bir Banksy etkisi yarattı.
Sault son albümlerinde üzerinde durduğu sosyal ve yapısal eşitsizlik, manşetlerden inmeyen ırkçılık gibi konulara Nine’da da devam ediyor.
Şarkı sözlerinin çoğu insanların, -muhtemelen özellikle beyazların- vicdanlarını rahatsız etmek üzere yazılmış gibi görünüyor. Fakat bunu yalnızca suçlamak için değil, teselli etmek için de kullanırken aynı zamanda bu şarkılar değişim çığlıklarını da temsil ediyor.
Nine’da dinlediğimiz şarkılar yaşanmış gerçek hikayelerden oluşuyor. Mike’s Story Michael Ofo adında bir adam çocukken babasının öldürüldüğü haberini duyduğunu anlatırken, Light’s in Your Hands okula giderken muhtemel bir çete savaşından korkan birinin sesi oluyor.
34 dakikalık Nine uzun bir kahkahayla başlıyor. Londra sokaklarında korku, acı ve travmadan bahsedecek bir şarkıdan önce sarkastik bir giriş… Umut ve bilgelik, Nine’ın genelde tasvir ettiği ürkütücü ve yanlış dünya gibi güzel ve doğru olan müziğin kendisinden gelir. Sault’un müziğini melodik, cömert bir şekilde katmanlı, ucuza kaçmadan akılda kalıcı ve kategorize etmek harika bir şekilde zor.
Dipnot: Nine’ı dinlemek isterseniz ne yazık ki resmi kaynaklardan dinlemeniz mümkün değil. Sault, albümü çıkış tarihinden itibaren yalnızca 99 gün boyunca dinlemeye ve indirmeye izin verdi. Grubun bu tarihsel olarak harika albümü internetten kaldırmaya neden karar verdiği tam olarak belli değil. Belki de, streaming platformunun egemenliğine karşı bir protestodur. O nedenle ilk albümde en sevdiğim şarkıyı bırakıyorum.
3. JOY ORBISON – STILL SLIPPING VOL1
İngiltere underground kulüp kültürünün kahramanlarından Joy Orbison, ilk uzunçalarıyla kulüp müziğinin her tarzına kendi damgasını vuruyor. 12 yılı aşkın kariyerinde muhtemelen Londra’da yaşayan ve elektronik müzik dinleyen herkesin çılgın bir gecesinin kahramanı olan Orbison, Still Slipping Vol1 ‘de karşımıza her şarkıda, hayatının ve aşklarının da daha gerçek, daha canlı bir ifadesi olan bir yapımcı olarak karşımıza çıkıyor.
14 şarkılık mixtape Herron, James Massiah, Bathe, Edna, Léa Sen, Goya Gumbani ve Tyson gibi isimlerin de desteğiyle, Joy Orbison’un zaten çok yönlü üretimine farklı katmanlar ekliyor.
Albümü dinlerken sanki Joy’un oturma odasında bir gün geçiriyormuşsunuz hissi geliyor. İçeri girip çıkan sevdikleriniz, müzikleri değiştiren tanıdıklar, ara sıra mikrofona atlayan yetenekli arkadaşlar… Fakat kayıt bunlardan ibaret değil. Orbison’un şarkılarda kullandığı sample’lar aile üyelerinin karantina günlerinde telefon konuşmaları, sesli mesajlar veya görüntülü aramalardan ayrıştırılan sesler gibi oldukça kişisel kayıtları ve hayatına dair detayları da içinde barındırıyor. Joy’a nasıl olduğunu soran, şakalar yapan, otlu kekler hakkında konuşan ailesinden gelen sesli notlar downtempo ve R&B, garage ve pop’a kadar uzanan çok katmanlı bir melodi dünyasına dahil ediyor ve güçlü kompozisyonlarla sunuluyor.
Herkesin evlerine çekildiği ve ister en yakınlarımız ve en sevdiklerimiz; isterse gece kulübünde dans ederken göz göze geldiğinizde selam veren bir bakışla gülümseyen terli bir yabancıyla olsun, samimiyetin hepimizden mahrum bırakıldığı zorlu süreçlerin ardından, Orbison hepimizin özlediği o sıcaklığı ve aşinalığı BPM’i yüksek şarkılarla yeniden uyandırmayı başarıyor.
2. BILLIE EILISH – HAPPIER THAN EVER
Billie Eilish ikinci albümünde, şöhretin yol açtığı yıkımlardan şikâyet etmekten daha az çekici bir şey olmadığı varsayımına itiraz etmeden kendi tarzıyla meydan okuyor. Billie sırları, sorunları, itiraf ve ifşalarıyla nefis bir şekilde bu yoldan daha önce geçen genç starların ikinci albüm klişelerini değiştirdi.
Bille stalker’lardan kaçmaktan, gizli satın alınan evlerden, yüzleşmek istemediği sorumluluklarını anlatırken cinsel fantezilerini açığa çıkarıyor. Bu hikayelerdeki diğer özneleri sessiz tutmak için kullanabileceği gücün de altını çizerken mahremiyetinin çok sayıda ihlaline rağmen gizlice devam etme yeteneğini esnetiyor. Billie ve kardeşi Finneas, ilk şarkılarında gençlerin korkularına getirdikleri heyecanın aynısını samimi bir yakınlığa da getirmeyi başlarmışlar. Happier Than Ever, adete rüya gibi bir modern altın çağ klasisizm profiliyle sunulan, Eilish’in hormonları yükselten ritimlerinde kendi zevklerine yönelik yeni keşfettiği şeylere olan bağlılığın ve reddedişlerin izini süren, Eilish bu zamana kadarki başarılarının tesadüf olmadığının ve gelecekteki başarılarının habercisi niteliğinde albüm.
1. ARLO PARKS – COLLAPSED IN SUNBEAMS
Dikkat çeken single’ları ile Spotify listelerinde kendine yer bulan ve kısa sürede yüksek dinleme rakamlarına ulaşan Arlo Parks, çok naif bir yerden itiraf niteliğindeki gözlemlerini paylaştığı şarkılarıyla ne kadar iyi bir söz yazarı olduğunu kanıtladı. Bu sayede 2021‘in en çok merak edilen ilk albümlerinden biri oldu.
Arlo Parks’ın çok enstürmanlı zengin low-key sounduna eşlik eden hisli, sakin vokalinin kalpleri bu kadar çabuk yakalaması ne tesadüf ne de sürpriz değil.
Karşılıksız arzu, cinsellik, zayıf beden imajı, önyargı, ihanet ve depresyon gibi dört duvar arasına sıkışmış, hepimizin zaman zaman yaşadığı evrensel kaygıların tetiklediği ya da şiddetlendirdiği sorunları ele alan Arlo Parks, aynı zamanda sempatik ve rahatlatıcı sesiyle sanki tüm bu durumların çıkış yolunu gösteriyor gibi.
Green Eyes’da yasak bir romantizme hapsolmuş genç bir queer kalbin perspektifinden, Just Go ‘da artık tıkanmış bir yoldan uzaklaşmanın verdiği özgürlüğe ve For Violet ‘teki gibi depresyonun kollarında bir overthinking anında kendinizle ilgili düştüğünüz tüm şüphe ve kaygıları açığa çıkaran Collapsed in Sunbeams, insan doğasının kendiyle ilgili dalgalanmaları da barındırdığının nazik bir hatırlatıcısı.
Özetle der ki; dünyaya ne kadar ışık verirsen ver, her zaman bir karanlık unsuru olacaktır ve senin bakış açın her şeyi yönlendirmenin anahtarıdır.
İster sadece bir albüm ya da dönem sürecek bir hype, isterse aynı düzlemde uzun yıllar devam edecek başarılarla dolu bir kariyer; Arlo Parks için hem vokal hem söz yazarı olarak 2021’in en parlak ismi demek abartı olmayacaktır.
Yorumlar