Londra seyahatimden bir hafta sonra Almanya’da bambaşka bir kente yolculuğa çıktım ve Lübeck’in o vakur ve mütevazi güzelliğini keşfetme fırsatı buldum. Şehre adımınızı atar atmaz bir ‘1400’lerde miyim?’ duygusu sarıyor. Toprak rengi tuğlalarla inşa edilmiş binalar ve katedraller şehre nostaljik ve gotik bir hava katıyor.
Şehirde her şey ahenkle sürüp gidiyor ve bu mimariye de yansımış durumda. O gotik yapıların aralarında kıvrılan, mağazalar ve kafelerden oluşan modern sokaklar nasıl oluyor da bu kadar uyum içinde olabiliyor diye hayret ediyor insan. Turistler ve yerliler arasında da böyle bir uyum var gibi. Kimin oraya gezmek için geldiğini kimin orada hayatını sürdürdüğünü anlamak öyle zor ki…
İki günün sonunda kendi kendimize bu şehirde kimse çalışmıyor herhalde diye düşünmeye başladık. Herkes tatil modunda! İstanbul gibi şehirlerde yaşayan insanlar için bulunmaz nimet kısacası…
Şehri Yürümek
Şehirleri rehbersiz, plansız, kitapsız gezmek en sevdiğim şeylerden biridir. Ebette hakkında belli başlı şeyleri okur öğrenirim ama elimde harita ya da rehber kitap olmadan kentlerin tadını almayı daha çok severim. İçten gelen bir sesle bir sokağa sapmayı, bir sola bir sağa doğru yönlenip başıboş yürümeyi…
Lübeck bunu yapmak için ideal bir kent. Çünkü merkezi o kadar ufak ki, iki günde bütün meydanları, caddeleri öğrenilebiliyor. O aşinalık birkaç saat içinde bulunuyor ve sonrasında detayları keşfetmeye başlıyorsunuz.
Gündüz Canlı, Gece Uykuda
Ufak şehirlerin en büyük sorunu çok sessiz sakin ve zaman zaman sıkıcı olmasıdır. Özellikle turistik gezen biri için… Ama Lübeck ilginç bir şekilde canlı ve oldukça hareketliydi. Araç trafiğine kapalı uzun ve geniş caddelerinde bir sürü insan mağazalara girip çıkıyor, restoranların önlerindeki masaları doldurup boşaltıyor ve şehre onu sıkıcılıktan kurtaran bir hareket katıyor.
Ancak sadece akşam saat dokuza kadar… Yemekten sonra bira içecek bir yer aramak üzere merkeze yürüdüğümüzde neredeyse kimsenin sokakta olmadığını, gün boyunca cıvıl cıvıl olan caddelerin terk edilmiş karanlık birer sokağa dönüştüğünü görünce gözlerimize inanamadık, çünkü saat henüz on bile olmamıştı.
Neler Yapılır?
Gece hayatı beklentisi dışında hayal kırıklığına uğranacak bir şehir değil kısacası. Üstelik Almanya’nın en kuzeyinde, tarihte hem ticari hem de siyasi birçok öneme sahip bu ufak şehri ufak bir tarih okuması yaptıktan sonra gezerseniz daha da keyifli olabilir diye düşünüyorum. Kesinlikle yapılması gereken şeylerin başında, Trave kanalı kenarında yürüyüş, ünlü marzipan (badem ezmesi) dükkanı Niederegger’den alışveriş ve Travemünde’ye gidip deniz kenarını dolaşmak geliyor.
Hani kalkıp İstanbul’dan Lübeck’e gelinir mi gelinmez mi onu bilemem ama, yakınlardayken (mesela Hamburg kırk dakika, Berlin iki buçuk saat mesafede) günübirlik gidip şöyle bir havasını almaya kesinlikle değecek bir şehir. Ben Avrupa’da büyük şehirleri gezdim gördüm artık yeni rotalar keşfetmek istiyorum diyenler için de harika bir alternatif olabilir.
Tarih ve yaşanmışlıkla dolu şehirleri sevenler için de küçük bir hatırlatma, Lübeck’in bütün tarihi yapıları (neredeyse şehrin tamamı) UNESCO Dünya Mirası olarak koruma altındaymış.
Ne yenir?
Muazzam biralarının aksine, Almanya çok da yemekleriyle övünecek bir ülke değil maalesef. Patates ve sosis dışında çok da bir şey yemiyorlar bile denebilir. O yüzden, her Alman kentinde olduğu gibi, Lübeck de çok gurme lezzetler sunmuyor tabi. Ancak, gitmişken geleneksel tatları denemek ve ortaçağ kuzey aurasında bir akşam yemeği yemek için Kartoffelkeller’e gidilebilir.
Dönüşte eşe dosta hediye olarak götürülecek en klasik şey ise marzipanlı tatlılar ve likörler…Marzipanın adresi de Niederegger dükkanı. Rengarenk ambalajların içinde kaybolup dakikalarca dükkandan çıkamayacağınızın uyarısını da yapmış olayım.
Nerede kalınır?
Tamamen şans eseri bulup, hiçbir fikrimiz olmadan gittiğimiz KO15 Otelinden oldukça memnun kaldık. Tavsiye edilir.
Yorumlar