Sherlock Holmes ve Harry Potter’ın ilham kaynağı olan Edinburgh bizi Ortaçağ’a ışınlamakla kalmıyor, aynı zamanda sokak sanatçıları, müzisyenleri ve barındırdığı yeraltı şehirleriyle insana zamanı unutturmayı başarıyor. Tabii soğuk hava hariç. Her an yağmur yağabilir ya da güneş açsa bile gölgede kalan vücudunuz soğuktan şoka girebilir, bunu da unutmayın. Ah evet, sonbahar bu şehirde biraz sert geçiyor sanki 🙂 Ama yılmak, koyvermek yok, biz bu yola baş koyduk, bekle bizi Edinburgh!
Türkiye’den direkt uçuş olduğu için Edinburgh’a gitmek çok kolay. Dört-dört buçuk saat süren uçuşun ardından Edinburgh’un küçücük havalimanına iniş yapıyorsunuz. Bir başka seçenek de Londra üzerinden ulaşmak. Hem gitmişken Londra’yı da keşfedebilirsiniz, biz öyle yaptık, çok da güzel oldu. Edinburgh havalimanından şehir merkezine gitmek için terminal çıkışında bekleyen ve on dakikada bir kalkan otobüsleri kullanabilirsiniz. Havalimanindan şehir merkezine giderken yol üzerinde göreceğiniz sıra sıra dizilmiş yemyeşil bahçeli, muhteşem mimariye sahip evler gözlerinizden kalp çıkaracak nitelikte, şaşırmayın. Otobüsten son durakta indiğinizde şehir merkezi sizi karşılayacak. Şehir içi ulaşımını da tramway ya da otobüslerle sağlayabilirsiniz. Ama Edinburgh küçük bir şehir olduğu için hiç toplu taşıma kullanmadan, yürüyerek her yeri gezebilirsiniz. Biz Edinburgh’a Londra’dan günü birlik geçtiğimiz için burada konaklamadık. Ama siz burada konaklayacaksanız Booking’den seçeneklere göz atmanızda fayda var.
‘’Seni yeneceğim ey Edinburgh!’’ diye haykırmalık, ayaklara kara sular inmelik bir durum olmayacak burada, öncelikle sakin olalım. Şehir hakikaten çok küçük ve Ortaçağ mimarisiyle bezenmiş sokaklarını, kilt giyen yakışıklı erkeklerini, uzun boylu, sarışın ve şık giyimli İskoç kadınlarını seyredalıp, mis gibi kurabiye kokularına doğru ilerleyin, sokaklarda kaybolun.
Edinburgh’la ilgili araştırma yapan, belgesel izleyen herkes bilir ki burada kaleye gitmeyeni dövüyorlar. Edinburgh’un olmazsa olmazı, şehrin en önemli simgesi olan Edinburgh Kalesi kayaların üzerine inşa edilmiş. Hakkıyla gezmek için buraya en az üç saat ayırmak gerekiyor. İçinde şapel, kraliyet köpeklerine ait mezarlık, savaş müzesi, taç odası, Great Hall gibi bölümleri barındıran kalede belli saatlerde top atışı da oluyor, gitmeden saatini kontrol edin. Kalede olmak ve İskoçya tarihine bu kadar yakından bakmak o kadar ilginç oluyor ki, insanın burada William Wallace misali ‘’Freedom!’’ diye bağırası geliyor. Bu arada size bir tüyo verelim; kalenin en güzel fotoğraflarını Prince’s Street’ten çekebilirsiniz, burada çekilen fotoğraflar muhteşem çıkıyor.
Edinburgh’un bir diğer göz bebeği meşhur Royal Mile, Edinburgh’un en popüler yolu olma özelliği taşıyor. Castlehill, Lawnmarket, High Street, Canongate ve Abbey Strand sokakları bu yolu oluşturuyor. Royal Mile caddesinde keyifli yürüyüşünüzü yaparken pek çok hediyelik eşya dükkanı aklınızı çelecek, kaçış yok, bol bol magnet, İskoçya’ya özgü ekose kumaşlardan yapılan bere, atkı, hatta kilt alacaksınız.
1124 yılında inşa edilen ve Edinburgh’un tarihi katedrali olan St. Giles’ Katedrali Royal Mile üzerinde yer alıyor. Katedrali görür görmez ıslık çalmaya başlayabilirsiniz, çünkü gerçekten çok ihtişamlı bir mimarisi var.
17. yüzyıldan kalma bir yer altı şehrinde olduğunuzu hayal edin. Nasıl, ürkütücü değil mi? Korkunun ecele faydası yok deyip, fondip yapar gibi bir anda Royal Mile üzerinde yer alan bu ilginç yere girmek gerek. Mary King’s Close, yer altına kurulmuş evler ve sokaklardan oluşuyor ve hayalet ve cinayet hikayeleri ile ünlü. 17.yy’da şehirde veba salgını başlayınca yer altında yaşayan insanlar yokluk, pislik ve hastalık içinde burada ölüme terk edilmiş. Mary King’s Close’da pek çok paranormal olayın yaşandığına, cinayet işlendiğine ve hayaletlerin burayı mesken tuttuğuna dair hikayeler anlatılıyor. Özellikle Annie isimli bir kızın hayaletinin buraya sık sık kaybettiği oyuncağını aramaya geldiği söyleniyor. İçerideki odalardan birinde Annie için bırakılan bir oyuncak yığını da var. Bu arada biletleri gitmeden internetten (https://www.realmarykingsclose.com/) almakta fayda var, zira bilet gişesinde inanılmaz bir kuyruk oluyor.
Dağ ve tepe gördük mü affetmeyiz, günün yarısını geçirmek pahasına da olsa piknik yapmadan dönmeyiz. İşte Edinburgh’un muhteşem manzarasına ev sahipliği yapan, çıkana kadar nefes yetmezliğinden ve susuzluktan insana ecel terleri döktüren Arthur’s Seat’teyiz. Holyrood Parkı’nı oluşturan tepelerin ana zirvesi olan Arthur’s Seat volkanik bir tepe ve yemyeşil çimenleri, hafif hafif esen rüzgarıyla tam anın tadını çıkarmalık bir yer.
Bizim çok sevdiğimiz ama tabi biraz fazla tursitik bulduğumuz Grassmarket eskiden büyükbaş hayvan pazarıymış. Günümüzde ise cafelerin, barların, çeşitli dükkanların bulunduğu eğlenceli ve rengarenk bir bölgeye dönüşmüş. Meydandaki bir mekanda oturup kahve keyfi yapabilirsiniz ya da ortada bulunan banklarda etrafı inceleyerek dinlenebilirsiniz. Grassmarket’dan Royal Mile’e doğru ilerlediğinizde karşınıza çıkan Victoria Street renkleriyle sizi büyüleyecek.
Edinburgh’un en ünlü caddelerinden biri olan Princes Caddesi’nde dünyaca ünlü mağazalar yer alıyor ve burası genellikle özel araçlara yasak. Tramway ve otobüs kullanarak buraya ulaşabilirsiniz. Alışveriş delisi değilseniz burada sadece yürümek ve kalenin fotoğraflarını çekmek size yeterli gelecektir. Ayrıca canımız ciğerimiz, favori marketimiz Tesco da burada var, gelmişken sırt çantanızı burada doldurmak gerek 🙂
Princes Caddesi’nde, tam kayaların eteğinde, kale manzaralı Princes bahçeleri yer alıyor. Princes bahçeleri Scott Anıt’ının da içinde bulunduğu şirin bir parkın adı. Parktan caddeye doğru küçük bir yokuş var. O yokuşu tırmanın ve denklanşöre art arda basın, buradan kale manzarası müthiş çıkıyor.
Bu anıt, 1832 yılında ölen ünlü İskoç yazar Sir Walter Scott‘un anısına inşa edilmiş. Scott Monument’ın tepesine manzara seyretmek için çıkılabiliyor, aklınızda olsun.
1600’lü yıllarda kurulan botanik bahçesinde yok yok. Yeşilin her tonunu burada keşfedeceksiniz. Doğanın salgıladığı huzur kümeleri tüm yorgunluğunuzu alacak. İstanbul’dan beraberinizde getirdiğiniz stresi buradaki birbirinden değerli ve güzel bitkiler sayesinde atacaksınız.
Işık oyunlarına hazır olun! Edinburgh’un en çok beğenilen ve turist çeken aktivitelerinin yer aldığı bu müzeye mutlaka uğrayın. İçinde sihirli aynalar, ilüzyon gösterileri ve bir de Puzzling Zone olan Camera Obscura ile zamana meydan okumak sizin elinizde.
1800’lü yıllarda inşa edilen bu sanat galerisi Neoklasik mimarisiyle sizi kendine çekmeye yetiyor. Burada Rönesans döneminden İskoç ve Monet, Botticelli, Leonardo da Vinci gibi pek çok uluslararası sanatçının eserleri sergileniyor.
J.K.Rowling Harry Potter serisini Edinburgh’daki The Elephant Cafe’de yazmaya başlamış. Şöyle ki, soğuk Edinburgh günlerinde evinde ısınamadığı için, hem sıcak bir ortamda çalışmak hem de çayını kahvesini sakince yudumlamak için buraya gelirmiş. Hayaletleri, korkunç hikayeleri ve Ortaçağ mimarisiyle insana ilham veren Edinburgh, sen nelere kadirsin! Bu cafede bir şeyler içmek isterseniz uzayıp giden kuyrukta beklemeniz gerekse de içeriye girdiğinizde buna değeceğini göreceksiniz.
1647 yılında yapımı tamamlanan bu kilise 1952 yılında kapatılmış. Günümüzde kilise olarak değil Camden Market gibi içinde kıyafetler, tasarım ürünleri, takılar, hediyelik eşyalar ve pek çok aksesuar satılıyor. Turizm ofisi de burada yer alıyor.
İskoçya viski kralı olduğuna göre buralara kadar gelmişken e bir tadım yapalım, değil mi? Royal Mile üzerinde yer alan The Scotch Whisky Experience’da hem tadım atölyeleri hem de çeşitli turlar düzenleniyor. Turların içeriğine göre fiyatları değişiyor. Genel olarak viski üretimi anlatılıyor ve viski çeşitleri tanıtılıyor. Viski fıçılarında seyahet etmeye hazır olun!
İskoçların en ünlü yemeği Haggis. Nedir bu kuzum diye soracak olursanız işkembenin içine soğan, çeşitli sakatat, bulgur ve baharatlar eklenerek pişirilen bir tür köfte diyebiliriz. Yanında patates püresi ve viski sosu ile servis ediliyor. Kulağa çok hoş gelmese de Haggis oldukça lezzetli bir yemek.
Sorduk soruşturduk, Haggis en güzel bu mekanda yapılıyormuş, kesin bilgi. Haggis burger, Princess Diana Style Haggis, glutensiz Haggis gibi birden fazla çeşit sunan bu mekanda mutlaka bir öğün yiyin. Yanında ne içeceğinizi de söylemeyelim bir zahmet… 48 Cockburn Street, EH1 1PB
St.Giles’ Katedrali’nin karşısında, bir çıkmaz sokakta yer alan bu barın müdavimi çok. Ortaçağ havasının modern ziyaretçilerin hoş sohbetleriyle iç içe geçtiği The Devil’s Advocate’de kendinize viski, zencefil şurubu, çay ve sodadan yapılan Howitzer kokteyli söyleyin ve ortamın samimi havasının tadını çıkarın. 9 Advocate’s Cl
Bu mekan çok şirin ve konsepti de çok ilginç. Neden mi? Çünkü kokteyller çaydanlıkta ya da reçel kavanozlarında servis ediliyor ve çay fincanlarında içiliyor. Ayaküstü kokteyllerinin tadına bakmak için idel bir mekan, biz sevdik, eminiz siz de seversiniz. 23/24 Sandport Place, Leith,
İskoçların yemeye doyamadığımız tereyağlı bisküvileri Scotch Finger, karamelli, fıstıklı ya da tereyağlı helva tadında Fudge, elma veya armut şarabı Cider mutlaka denenmesi gereken lezzetler arasında, gözden kaçırmayın. Ayrıca Tea Cake denilen, pofuduk bisküvilerini de mutlaka tadın, zaten Tesco’da rahatlıkla hepsini bulursunuz. Edinburgh’da gece hayatı oldukça hareketli ve gidilecek birçok bar var. En bilinenleri Captains Bar, The Barony, Chaophraya Edinburgh ve Jekyll & Hyde Pub imiş, bizden söylemesi.
Bu arada Edinburgh’da Boby adını defalarca duyacak, Boby adında bar ve cafeleri gördükçe iyice meraklanacaksınız. O halde şimdidem merakınızı giderelim. Boby minnoş bir köpek ve sahibi ölünce tam 14 yıl mezarının başında beklemiş! Greyfiars mezarlığının karşı sokağında bir heykeli bulunuyor. Hem Edinburgh halkı hem de dünyanın dört bir yanından gelen turistler Boby’e selam vermeden Edinburgh’u terk etmiyor.
Edinburgh, geçmişle şimdi arasında bir köprü görevi görerek insanı zamanda yolculuğa çıkarıyor. Bir çıkıp bir kaybolan güneşi, yemyeşil parkları ve bahçeleri, dilden dile dolaşan ilginç hikayeleri ile bizi mest eden bu huzurlu şehri en kısa zamanda, özellikle de sonbaharda ziyaret edin. Sir Arthur Conan Doyle’un dediği gibi ‘’Bu dünyadaki en büyük şey, şu an durduğumuz yer değil, gitmekte olduğumuz yöndür’’. Yönümüzü belirlemek için ise bol bol keşfetmek, deneyim kazanmak gerek. Öyleyse ne duruyorsunuz?
Bu içeriğin güncellendiği tarih 17/02/2019 15:24
Leave a Comment