26 temmuz 1928 yılının New York’unda dünyaya geldi, iyi ki de geldi dedirten cinsten… Babası tarafından, zekasına rağmen akademik başarıları düşük diye amcasının yanına California’ya gönderildi. Bir yıl sonra döndüğünde başarısı başlamıştı ve ödül olarak babası onu satrançla tanıştırdı. Ve bu tanışma bence hayatta herşeyin bir sebebi var’ı bize açıkça gösteriyor. Satrancı, filmlerinde aktörlerle bağ kurmak ve filmlerinde estetiği sağlamak için kullandı.
Kendisi “okulda bulunduğum süre boyunca hiçbir şey öğrenmedim ve 19 yaşıma kadar kendi isteğimle bir kitap okumadım.” diyerek eğitim sistemi ile ilgili açıkça fikrini ortaya koymuştur ve o yıllarda okuldan kaçıp sürekli film izlemeye gittiğini söylemiştir. 13. Yaş gününde kendisine armağan edilen fotoğraf makinesi ile çektiği fotoğrafları 17 yaşında “Look” dergisine girmesine sebep olmuştur. Kendisi önemli otoriteler tarafından sinemanın dâhisi diye adlandırılır. Günümüzün ünlü yönetmenlerinin ilham kaynağıdır.
Benim için bu cümlesi “Suçlulara ve sanatçılara karşı garip bir zaafım var, her ikisi de hayatı olduğu gibi kabul etmiyor. Her hazin hikaye, gerçek hayattaki olaylarla çelişki içinde olmalı.” filmlerindeki karakterleri nasıl bu kadar farklı ve akılda kalıcı yarattığına dair iyi bir fikir veriyor.
Gelin, 20. ölüm yıldönümü anısına hayatına sığdırdığı 13 filmine göz atalım;
Fear And Desire (1953)
Arkadaşlarından ve akrabalarından 45.000 USD Borç alarak Kaliforniya’da yaşayan amcasıyla birlikte çektiği ilk uzun metrajlı sayılabilecek filmidir. Filmin görüntü yönetmenliğini, yönetmenliğini ve montajını kendisi yapmıştır. Tamamını sessiz olarak çekmiş ses ve müzikler kurguda eklenmiştir. Kendisi bu filmi hiç sevmemiş ve sonra bütün kopyalarını toplatmıştır ve bu davranışıyla da sinema tarihinde bir ilke imza atmıştır 🙂
Filmin konusuna gelirsek;
Bir uçak kazası ve dört asker savaşın devam ettiği ormanlık bir alanda kendilerini bulurlar. Kimileri kaçmak isterken, kimileri kendi çaplarında savaşı devam ettirmek ve düşmanı öldürmek için düşman karargahına gelir, içeri sızar ve düşmanı öldürür.
Esas önemli olan öldürülenler aslında kimlerdir? Düşman dediğimiz aslında kimdir? Savaşla aslında neyi yok edemeyiz? Cevaplar için buyrun filme 🙂
IMDB Puanı (5,6)
Killer’s Kiss (1955)
Borçların kapandığı filmdir 🙂 2001 Space Odyssey’e dolaylı bağlantılı olan sahne boksör Dave’in kabus gördüğü sahnedir. Filmde Hitchcock’dan esinlenmiştir yönetmen ve ilk defa konuşma esnasında görüntünün başka bir yere kaymasını kullanmıştır. Labirent sahnesindeki kamera kullanımı ise birçok filme örnek olmuştur. Benim için bu filmdeki efsane sahne finaldeki manken fabrikasında şekillenir. Birinin elinde balta, diğerinde mızrak ve çevrelerinde de bir sürü cansız manken.
Filmin konusu ise;
Boksör olan Dave’in, karşıdaki evde oturan Gloria’nın, bir adamla kavga edişine tanık olması ve onu kurtarmaya niyetlenmesi ile bu tavrın, bir ilişkiyi ve pek çok entrikayı da beraberinde getirmesi sonucu olan olaylardır. Entrikaların ve karanlık olayların sebebi de patronunun Gloria’ya saplantı derecesinde aşık olmasıdır.
IMDB Puanı (6,7)
The Killing (1956)
Yönetmeni Hollywood’a tanıtan filmdir. Lionel White’ın ‘Clean Break’ adlı romanından uyarlanmıştır ve Kubrick bu filmde henüz 27 yaşındadır. The Killing; 30 saniyede bir perspektif değiştirilerek, 3.şahıs ağzından aynı karakterlerin gözünden farklı sahnelerin zaman ve mekan belirterek geri dönüşlü anlatımı ile özellikle Tarantino’ya ilham olmuştur. Tarantino hayranları özellikle Reservoir Dogs filmini izleyenler ne demek istediğimi anlayacaklardır. Satranç tutkusu bu filmde yerini bulmuş ve en önemli replikleri kahvehanede işi gücü olmayıp satranç oynayan ve suç işleyen karaktere söyletmiş.
Benim en sevdiğim ise ‘’Sıradanlığın mükemmelliği… Ne daha iyi, Ne daha kötü… Bireysellik tehlikelidir ve daha beşikteyken yok edilmelidir…’’ dir. İnsanı içine alan derin sonu da filmi benim için efsane yapmıştır. Zaten oyunculuklar da, özellikle veznedar ve karısı izlemeye değer.
Film; Hapisten yeni çıkmış soyguncu Johnny Clay’ın son bir vurgun yapmak istemesiyle başlar. Ve iş ortağı Nikki’yle birlikte bir hipodromu hedef alırlar. Planları ise ortak Nikki yarışan atlardan birini vuracak, herkesin dikkatini oraya çekerken, Clay de fırsattan istifade bahislerin oynandığı vezneyi soyacaktır. Ama evdeki hesap tabi ki de çarşıya uymaz 🙂
IMDB Puanı (8,0)
Paths of Glory (1957)
İlk önemli filmidir ve onu iyi yönetmenler listesine taşır. Kirk Douglas ile ilk bu filmde çalışmış ve Spartacus ile devam etmişlerdir. İnsanı derinden sarsan, savaş karşıtı ve bunu en inanılmaz tarzda yansıtan eşsiz bir filmdir benim gözümde. Duvarda gezinen bir böceğin hayatı ile insan hayatını karşılaştırmış ve ölümden sonraki hayat inancına ince bir dokunuş yapmıştır. Benim unutulmaz sahnem; filmin sonunda tüylerimi diken diken eden genç bir alman kızının fransız askerler önünde şarkı söylediği sahnedir. Bu sahneyi Susanne Christian oynamıştır ve filmden sonra kendisi Kubrick ile evlenir.
Filmin konusu; Fransız ordusunun, savaşmak istemeyen askerlere gözdağı vermek için suçsuz askerleri idam etmesi üzerinedir. General Broulard, Almanlar tarafından korunan Ant Tepesi’ni ele geçirmek ister. Albay Dax’in askerleri de, ilk sefer saldırının başarısızlıkla sonuçlandığını görüp saldırmayı reddederler. Bunun üzerine General Mireau da kendi askerlerine, savaşmak istemeyen askerlere ateş açmalarını emreder.
Konusu yüzünden Fransa’da ve İspanya’da yıllarca yasaklanmıştır. Mekanlar, karakterler, diyaloglar ve işlenişi ile aşırı travma yüklü bir filmdir.
IMDB Puanı (8,4)
Spartacus (1960)
Kubrick bu film ile Hollywood’a veda etmiştir. 9 dalda Oscar’a aday olur ve En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu, En İyi Görüntü Yönetmeni, En İyi Sanat Yönetmeni, En İyi Kostüm Tasarımı dallarında Oscar’ı, En İyi Film dalında da Altın Küre’yi alır. Benim için filmin efsanesi Batiatus rolündeki Peter Ustinov’dur. 2 saat 47 dakika ile oldukça uzun bir filmdir.
Tarihin en önemli kahramanlarından, romalılara başkaldıran ve özgürlüğüne kavuşan kölelerle oldukça önemli zaferler elde eden, fakat sonunda yenilgiye uğrayıp çarmıha gerilen Spartacus (Kirk Douglas) ‘ün öyküsünü anlatıyor. Dönemine göre görselliği, kostümleri, müzikleri, figürasyonları ile oldukça güçlü bir filmdir.
IMDB Puanı (7,9)
Lolita (1962)
Vladimir Nabokov’un aynı adlı romanından uyarlamadır. Film ile kitap arasında değişen tek şey kitaptaki Lolita 12 yaşında filmdeki ise 15 yaşındadır. Hollywood’u terk edip idealist filmlerini yapabilmek için gittiği İngiltere’de çekmiştir. Ama bu filmi de o dönemde Katolik kilisesi tarafından büyük tepki görmüş ve İngiltere’de bir süre yasaklanmış.
Filmin konusuna gelirsek; Yazar Prof. Humbert, üniversitede işe başlayacaktır, öncesinde Charlotte Haze’in evinde konuk olur. Bu misafirliği sırasında Haze’in dünya güzeli kızı Lolita’ya aşık olur. Lolita’yı hayallerinden ve aklından çıkaramaz. Ve tutkusuna yenik düşerek, ona daha yakın olabilmek için Charlotte’la evlenir. Lolita’nın annesini oynayan Shelley Winters “bana her dokunuşunda kendimi o kadar güçsüz hissediyorum ki hayatım.” Humbert cevap verir “evet o duyguya ben de aşinayım“ diyerek noktayı koyar.
Filmin ilk 10 dakikasında aynı zamanda yönetmenin yakın arkadaşı olan Peter Sellers’ın (Quilty) muhteşem oyunculuğu alkışı hak ediyor.
IMDB Puanı (7,6)
Dr. Strangelove or: How I Learned to Stop Worrying and Love the Bomb (1964)
Konusu itibarı ile yönetmenin kara mizah olan ilk ve tek filmidir. Filmin riski ise konusunun nükleer bomba olmasıdır, takdir edersiniz ki komediden aşırı uzak bir konu. Peter Sellers; Captain Lionel Mandrake, President Merkin Muffley ve adı üstünde Dr. Strangelove karakterlerinin hepsini birden canlandırmakta ve bunu da olağanüstü bir şekilde yapmaktadır. Rollerinin çoğunu doğaçlama oynuyor, inanılmaz ama Dr. Strangelove rolü için tam 1 ay boyunca tekerlekli sandalyeden kalkmıyor. Her karesinde başka bir ayrıntı gizli ve bu yüzdende bence birkaç kere izlemek gerekir.
Yayınlanacağı sırada gerçekleşen Kennedy suikasti yüzünden, filmin sonunda bulunan pasta savaşı sahnesi atılmış, bazı replikleri değiştirilmiş ve gösterime girmesi yaklaşık bir yıl ertelenmiştir. Bu kadar mizah dolu bir film aynı zamanda nasıl bu kadar korkunç olabilir tabiki Kubrick dehası sayesinde…
Konusu ise; General Jack Ripper, Rusların, Amerikan halkının vücut sıvılarını kirlettiğini düşünür ve sırf bundan dolayı Rusya’ya nükleer saldırı yapmaya karar verir. Pilota, uçaktaki nükleer silahlarla Rusya’ya saldırması emredilir. Rus büyükelçisi de, ülkesinin savunma teknolojisinde çok yol kat ettiğini kanıtlamak için “Doomsday Device”tan söz eder. Başkanın danışmanlarında Dr. Strangelove da bu buluşun varlığını onaylar. Bu cihaz, SSCB’nin kendilerine yapılacak herhangi bir saldırı karşısında kullanmayı düşündükleri ve tüm canlıları yok edebilecek güçte bir karşı tehdit silahıdır.
IMDB Puanı (8,4)
2001: A Space Odyssey (1968)
Stanley Kubrick ve Arthur Clarke’in birlikte senaryo olarak oluşturdukları, film çekildikten aylar sonra ise Arthur Clarke’in üzerinde ufak düzeltmeler yaparak kitap haline getirdiği şaheser. Bana göre bir bilim kurgu filmi ancak bu kadar sanat eseri olarak çekilebilir. Sonraki bütün bilim kurgu filmlerinin (örneğin Star Wars) ilhamıdır bu film. Yönetmenin nasıl öngörülü ve dahi olduğunun ise kanıtıdır.
1968 yılında çekildiğini hesaba katarsak özel efektleri insanı daha da çok etkiliyor. Kubrick insanı öyle bir hale getiriyor ki filmde nefret ettiğiniz bir karaktere birden acıyorsunuz.. Bilgisayar Hall 9000 ‘’korkuyorum, korkuyorum, Dave. aklımı yitiriyorum. bunu hissedebiliyorum. aklımı yitiriyorum, bundan eminim. hissedebiliyorum. hissedebiliyorum. korkuyorum.” Derken, acımaya başlayan, evet Dave yapma ya diyen kaç kişiyiz ?
Filmin konusuna gelirsek daha doğrusu gelebilirsek 🙂 Filmin özellikle başlangıç sahnesi hemen hemen bütün sinema okullarında ders niteliğinde gösterilmiştir. Filmin en başında, bir taşın etrafında dönen, meraklı bir şekilde o taşı inceleyen maymun sürüsü görürsünüz. Sonra da, muazzam vurucu bir şekilde yüzlerce yıl ileriye, uzayda kolonileşildiği dönemlere götürüyor Kubrick bizi. Esrarengiz bir güç maymunları alet kullanabilen varlıklar haline getirir ve milyonlarca yıl sonra insanoğlunu uzayın derinliklerini ve bilgisayarların tehlikelerini öğrenmeye sürükler.
IMDB Puanı (8,3)
A Clockwork Orange (1971)
İnsanı rahatsız eden doğasına rağmen, kendimizi izlemekten alıkoyamadığımız bu şaheser, bana göre Kubrick’in en iyi filmi. Film dünyasının gelmiş geçmiş en korkutucu karakterleri arasında Alex ise en üst sıralarda 🙂
Bütün ironiler filmde bir aradadır. Mesela suç işleyen çetenin, hemen öncesinde süt içiyor olması… Ya da tatlılar tatlısı “Singing In the Rain” şarkısının içinizde uyandırdığı nefret… Ortamın, evlerin dekorlarının, insanların kıyafetlerinin farklılığı tamamen ustalık. Bence gelmiş geçmiş en psikopat sahne Alexin gözlerinin zorla açık tutularak Nazi işkencelerinin izlettirildiği sahnedir ve etkisi günlerce üzerinizden gitmez, sıkıysa bu sahnede soğukkanlı bir sekilde koltuğunuzda oturun. Anthony Burgess’ın romanından sinemaya ufak farklılıklarla uyarlanmıştır.
Romandaki Alex 14 yaşındadır, filmde ise yetişkin, romandaki Alex evinde 12 yaşındaki kızlara tecavüz eder, filmde daha yumuşak işlenir. Her gece evlerinden çıkıp şiddet gösterilerinde bulunan bir çetenin hikayesidir film. Çetenin lideri Alex, artık onlar için sıradanlaşan gündelik şiddet deneyimlerinin birinde suçüstü yakalanır ve arkadaşları tarafından yüzüstü bırakılır. Hapisten çıkmak içinse önüne bir seçenek konulur: Hükümetin “topluma kazandırma” programına dahil olmak. Alex her şeyi göze alır ve araştırmalarda denek olmayı kabul eder. Bu deneklik süreci Alex’in hayatını kaydırır.
Sonu size kalmış, Alex’e noldu sizce, Kubrick yine kafanda derin bir soruyla seni baş başa bırakarak filmi bitiriyor…
IMDB Puanı (8,3)
Barry Lyndon (1975)
Yine bir Kubrick şaheseri ve Barry Lyndon. Beni bu filmde en çok etkileyen kısım karakterlerin siyah ve beyazı, iyi ve kötüyü içinde barındırması, hiçbirine iyi ya da kötü diyemiyoruz, olaylar ve koşullar onları iyi ya da kötü yapıyor. Film nasıl akıyor, zaman nasıl geçiyor anlamıyorsunuz. Her bir kare sanat eseri, otur durdur durdur izle. (savaş sahnelerini evinin bahçesinde çekmiş) Öyle titizlikle çekmişki filmi, bu filmden sonra setteki sert mizacı ve oyunculara ara verdirmeden uzun çekimler yapması nedeniyle efsanevi zor yönetmen sıfatını almış ama 4 Oskarı da kapmış. Filmin müzikleride olağanüstü, Shubert’in Piano Trio İn E Flat’i film sırasında sık sık çalar…
Zeiss tarafından nasa için tasarlanan ve geliştirilen; uydu fotoğrafçılığında kullanılması planlanan mercekleri, filmdeki mum ışığı sahnelerinde kullanmış ve enfes görüntüler elde etmiş. Görüntüyü tablolaştırmak için zoom merceğini kullanması ve dönemin atmosferini efsanevi şekilde yansıtmıştır.
1700’lerde geçen bu öykü, Barry adında genç bir İrlandalı adamın dramını anlatıyor. Bir subayı düelloda öldürür ve yeni bir hayat kurmak için kaçar. Birçok maceradan sonra kendini Prusya ordusunda savaşın ortasında bulur. Savaştan sonra casuslukla görevlendirilir ve Prusya’dan kaçar. Koşullar onu Avrupalı soyluların arasına düşürür. Kahramanı ve hırsının kurbanı oluşunu izlerken, dönemin toplumsal yapısını, aristokratların havalı hayatlarını ve savaşın etkilerini de gösteriyor.
Kendisinin Barry ile ilgili yorumu ise “Barry gelecegini elde edebilecek kadar zeki doğan, ama bunu koruyamayacak kadar yeteneksiz biriydi” olmuş. Filmin son sahnesi, ekranın kararması, müziğin girmesi, directed by Stanley Kubrick yazması ve ayakta alkış…
IMDB Puanı (8,1)
The Shining (1980)
Film Stephan King’in ünlü romanının sinemaya uyarlamasıdır. Filmin setindeki sert davranışları birçok oyuncunun ve çalışanın korkulu rüyası haline gelmiş yine. Stephan King bu uyarlamayı beğenmediğini belirtti, çünkü film kitaptan oldukça farklı olarak çekilmiş. Kubrick ayna tekniği ile korku sinemasına değişik bir boyut katarak filmin bir kült olmasını sağlamıştır. Öyle böyle bir korku değil diyorum size 🙂 Korkulardan korku beğenin arkadaşlar.
Öyle bir filmki 2018 yılında izlediğim Avengers filminde bile birden karakterler kendini The Shining filmi setinde buluyorlar, filmin içinde bile bu filmi bilmeyen yok, yani bilinmemesi imkansız gibi kabul ediliyor.
Jack Nicholson oyunculuğu ayakta alkışı hak ediyor. Mekanların seçimi, o mekanların insana verdiği gerilim, o çocuğun o koridorlarda bisiklete binmesi, o bisiklete bindiğinde tekerleğin yere vurma sesinin insana verdiği gerilim tam bir Kubrick dehası. Danny’yi oynayan çocukla Kubrick özel olarak ilgilenmiş ve filmin korku filmi olduğunu anlamaması için korumuş. Film bitip piyasaya çıkana kadar korku filmi olduğunu anlamamış…
Film Jack Torrence’ın , kışın kapalı olan Overlook Oteli’nin kış müdavimi olması ve devamında gelen cinnet etrafında döner. Jack, kış boyunca ailesiyle birlikte otelde kalmak üzere yönetimle anlaşır. Ama otelde bir sorun vardır, ilk olarak ailenin küçük oğlu Danny’nin fark ettiği bir sorun… Acaba Jack bu otele ilk mi geliyor dersiniz? O zaman size “wendy i’m home’’ diyorum ve çekiliyorum 🙂
IMDB Puanı (8,4)
Full Metal Jacket (1987)
7 yıl uzun bir aradan sonra bu film ile sinemaya dönüş yapmıştır. Bu uzun dönemde evlenmiş ve çocuk sahibi olmuş. Efsane yönetmen Billy Wilder filmin ilk yarısının hayatında gördüğü en iyi görüntülere sahip film olduğunu söylemiştir ki bu film için oldukça güzel ipucu verir bize. Hastası olduğum Nancy Sinatra ve efsane şarkısı ‘’These Boots are made for walking’’ şarkısı öyle güzel gitmiş ki filme, yine harika bir soundtrack seçimi dedirtiyor.. Bana göre asla bir savaş filmi değil, bence savaşın iç yüzünü gösteren, insanı darmadağın eden, savaş karşıtı bir efsane…
Film iki bölüm gibi anlatırsak ya da ben öyle anlatırsam; İlk bölümde eğitim alan askerler, ikinci bölümde de Vietnam Savaşı’nda çarpışır. İlk bölümde aşağılama ve bağırma çağırma eşliğinde yaratılan asker; ikinci bölümde öldürmeleri beklenen askerlerdir. Bir yanda yaşamak zorunda bırakıldıkları savaşın yıkıcılığı, diğer yanda askeri disiplinin farklı karakterdeki askerler üzerindeki etkileri ve yine bunun yaşattığı kişisel yıkım filmin esas konusu.
Filmde ki benim için en önemli replik “ölü biri yalnız şunu bilir: yaşamak ölmekten daha iyidir.” Matthew Modine – private joker rolünde…
IMDB Puanı (8,3)
Eyes Wide Shut (1999)
Arthur Schnitzler’in Traumnovelle romanından uyarlanan filmde evli iki oyuncu olan Tom Cruise ve Nicole Kidman ile çalıştı. Filmin hazırlık aşaması uzun ve sancılı geçti. Bu filmde mutlak mükemmellik peşindeydi ve sahneleri defalarca çektirmesi o dönemde baya ses getirmişti. Örneğin Cruise’un canlandırdığı Dr. William (Bill) Harford’un kapıdan girdiği bir sahnede Kubrick istediği etkiyi alamadığı için Cruise birkaç saniyelik bu sahne için, 95 kere aynı kapıdan geçmiş. Filmin müzikleri efsanedir. Benim hayatımın en önemli gününün müzikleri de bu filmden alınmadır 🙂
Giriş sahnesi, o müzik, kameranın müzikle beraber kayması, allahım Kubrick sen bir dâhisin dedirtiyor.
Filmin Kubrick’in diğer dört filmiyle bağlantısı vardır;
İlki Bill’in iptal ettiği hastası’nın ismi Kaminsky, 2001: A Space Odyssey filminde HAL 9000 tarafından öldürülen uykudaki astronotlardan birinin ismidir. İkinci bağ Harford çiftinin kaldığı otel odasının numarası C koridorunun 114 numaralı odasıdır. İngilizce olarak C-Room 114’dir, kısalatması ise CRM 114’dir. Bu CRM-114 kodu yönetmenin 1964 yılı Dr. Strangelove or: How I Learned to Stop Worrying and Love the Bomb isimli filminde bombanın üzerinde yazar ve aynı zamanda yönetmenin 1971 yılı yapımı A Clockwork Orange filminde Alex’e verilen ilacın ismidir.
Filmde Bill’in dairesine döndüğünde karısının yanında gördüğü maske yönetmenin 1975 yapımı filmi Barry Lyndon’da yer alan maskedir. Kubrick’in filmlerine yapılan son gönderme ise Bill’in bu maskeyi görmeden önce dairede gözünü gezdirdiği sahnede yer alır. Bu sahnede kamera köşede duran filmlerin üzerinden geçer ve bu filmler Stanley Kubrick’in filmlerinin DVD’leridir ve en üstte 1987 yılı yapımı Full Metal Jacket durmaktadır. Cameo Görüntü ya da kısaca Cameo bir filmde veya bir yapımda ünlü birinin görülmesi ve bu görülme ile beraber aslında sinemadaki bir duvarın yıkılması ve filmde gerçek hayattan bir parça görmesidir.
Filmdeki Camoe’lardan ilki doktor Bill’in muayenehanesine gelen hastaları olan anne ve oğlu. Bu iki kişi aslında Stanley Kubrick’in kızı ve torunudur. Anne olarak Bill’in yanına gelen kadın Katharina Kubrick ve annesinin yanında gelen küçük çocuk Kubrick’in torunu Alex Hobbs’tur. Filmdeki bilinen diğer üç cameo ise şu şekildedir: Lisa karakteri olarak filmde yer alan kişi set dekoratörü Lisa Leone’dir, kitap satıcı olarak gördüğümüz karakter Kubrick’in asistanı Emilio D’Alessandro’dur ve filmdeki uzun boylu kahya filmin yapımcıları arasında olan ve birinci yönetmen asistanı olan Brian W. Cook’dur. Eyes Wide Shut’taki yönetmen cameo’su ise Sonata Cafe’de gerçekleşir. Sonata Cafe’de Bill’in masasının karşısındaki bölmede oturan kişi ise Stanly Kubrick’in ta kendisidir.
Filmin konusuna gelirsek; Harford çifti New York’taki lüks bir dairede yaşar ve aslında her şey yolunda gözükür. Günün birinde Bill Harford, eşinin o güne dek kendinden gizlediği cinsel arzularını öğrenir ve bununla beraber hayatında korku ve cinsellik dolu yeni bir dönem başlar.
Ve Kubrick sinemaya bu filmle veda eder. Son sahnede söylenen Fuck ile filmi ve sinema hayatını bitirir…
IMDB Puanı (7,4)
Yorumlar